29 Aralık 2013 Pazar

Russell'ın Nobel konuşması: "Hangi arzular daha önemli?"

http://www.sabitfikir.com/dosyalar/russellin-nobel-konusmasi-hangi-arzular-daha-önemli

İsveçli kimyacı Alfred Nobel anısına 10 Aralık 1901'den beri ödül dağıtan İsveç Akademisi, Leo Tolstoy, James Joyce, Virginia Woolf, Mark Twain, Joseph Conrad, Anton Chekhov, Marcel Proust, Henry James, Henrik Ibsen, Emile Zola, Robert Frost, W.H. Auden, F. Scott Fitzgerald, Jorge Luis Borges ve Vladimir Nabokov'u atladığı için eleştirildi. Fakat Akademi, ödülü en az bu isimler kadar hak eden William Faulkner, Ernest Hemingway, John Steinbeck, V.S. Naipaul, Doris Lessing gibi birçok edebiyatçıyı ödüllendirdi.

 Ödüle layık görülen edebiyatçılar da törenin yapıldığı gün yazarın sorumluluklarına ilişkin konuştular. Peki, neler söylediler?

 Bu soruya cevap olsun diye her hafta bir edebiyatçının, banket konuşmasını yayınlamaya devam ediyoruz.

 İşte, Bertrand Russell'ın ödül aldığı 1950 yılında yaptığı konuşma:

Hangi arzular siyaseten daha önemli?

 Saygıdeğer majesteleri, bayanlar ve baylar,

Bu akşamki konuşmam için bu konuyu seçtim çünkü mevcut siyasi tartışmalarda ve siyasi teorilerde psikolojiye yeterince yer verilmediğini düşünüyorum. Ekonomik gelişmeler, nüfus istatistikleri, anayasal düzen ve daha niceleri üzerinde daha çok duruluyor. Kore Savaşı başladığında orada kaç Kuzey Koreli ve kaç Güney Koreli yaşadığını öğrenmek artık zor değil. Eğer doğru kitaplara bakarsanız kişi başına düşen milli gelirlerinden tutun da kullandıkları silahlara kadar bütün bilgileri bulabilirsiniz. Ama eğer Korelinin nasıl bir insan olduğunu ya da Kuzey ve Güney Koreli arasında kayda değer bir fark bulunup bulunmadığını, orada yaşamın nasıl olduğunu, orada yaşayanların mutsuzluklarını, memnuniyetsizliklerini, umutlarını, korkularını öğrenmek isterseniz bakacak kitap bulamazsınız. Ayrıca Güney Koreliler'in Birleşmiş Milletler'in yardımlarından memnun olup olmadığını ve seçme şansları olsaydı komşuları Kuzeyliler ile yaşamayı tercih edip etmeyeceklerini de söyleyemezsiniz. Ya da toprak reformundan, adını daha önce hiç duymadıkları politikacılara oy verebilmek için, vazgeçip vazgeçmeyeceklerini bilemezsiniz. Uzak başkentlerde oturan vurdumduymazlar, hayal kırıklığına neden olan kararlarını alırken, tüm bunları dikkate almazlar. Eğer siyaset, bilim olarak anılsın isteniyorsa, eğer siyasi olayların sonuçları tahmin edebilsin isteniyorsa, politik düşüncelerimiz eylemlerimizin içine daha derinden girmeli. Açlığın sloganlara etkisi ne? Bu etkiyle günlük kalori tüketiminiz değişiyor mu? Eğer bir insan size demokrasi önerirken, diğeri bir çuval buğday önerirse açlığın hangi aşamasında buğdayı demokrasiye tercih edersiniz? Bu tarz soruların üzerinde düşünmek gerekir. Ama şu anda, Korelileri bir yana koyup insanlığa bakalım.


İnsan davranışlarının tümü arzu tarafından yönlendirilir. İnsanın ahlakı ve görevleri dolayısıyla arzuya karşı koyabileceğini söyleyen ve bir grup ağırbaşlı ahlakçı tarafından geliştirilen yanlış bir teori var. Bunun yanlış olduğunu söylememin nedeni, insanların görev bilinciyle hareket etmemesi değil elbette. Böyle söylememin sebebi, sorumluluk sahibi olmayı arzulamadıkça, hiç kimsenin görev bilinciyle hareket etmeyecek olması. İnsanların ne yapacağını anlamak için onların içinde bulundukları maddi koşulları bilmeniz yetmez, aynı zamanda arzularını ve bu arzular karşısındaki zayıflıklarını da bilmeniz gerekir.


Bazı arzular var ki politik olarak çok önem arz etmemekle birlikte oldukça güçlüdürler. Birçok insan bir noktada evlenmeyi arzular ve bu arzularını gerçekleştirmek için politik bir pozisyon almaları da gerekmez. Tecavüz mağduru Sabin Kadınları gibi istisnalar elbette mevcuttur. Ve Kuzey Avusturalya'nın gelişiminin önündeki engel de birçok hırslı genç erkeğin çalışmak yerine kendilerine ihtiyaç duyan kadınlara yönelmesiydi. Ama bu gibi durumlar alışılmışın dışındadır ve genelde kadın ile erkeğin birbirlerine yönelik ilgisi, politikayı çok az etkiler.


Hangi arzular siyaseten önemlidir?

Siyaseten önemli arzular, birincil ve ikincil olmak üzere, iki gruba ayrılabilir. Birincil grupta yemek, barınma, giyinme gibi hayatın temel ihtiyaçları bulunur. Bunlardan herhangi birinde kıtlık baş gösterirse, insanın yapabileceklerinin ya da başvurabileceği şiddetin sınırı yoktur. Tarih öğrencileri der ki Arabistan çok göç almaya başlayınca, ülke aşırı nüfuslanmış ve insanlar siyasi, kültürel ve dini yapılanmalarıyla beraber dört defa çevre bölgelere taşmış. Bunlardan sonuncusunda İslam yükselişe geçmiştir. Germenlerin Güney Rusya'dan İngiltere'ye oradan da San Fransisco'ya yayılışı da benzer motivasyona dayanmaktadır. Şüphesiz ki buradaki temel arzu yiyecekti ve bu arzu, en büyük siyasi olaylardan birine neden oldu.


Ama insan diğer hayvanlardan çok önemli bir noktada ayrılır: Bu da onun bazı arzularının sonsuzluğudur, bu arzuların asla tatmin edilememesidir. Bu türden arzular, cennette bile ona huzur vermeyecektir. Boa yılanı yeterli yemeği olduğunda uykuya gider ve tekrar yemek yemeye ihtiyaç duyana kadar uyanmaz. İnsanoğlu ise çoğu zaman böyle değildir. Bir zamanlar tutumlu yaşamaya alışmış olan Araplar, Doğu Roma İmparatorluğu'nun zenginliklerine ulaşınca, direnemeyip kendilerine inanılmaz derecede lüks saraylar yaptılar. Yunan köleler onlara yiyecek temin ettiği için açlık artık mevzu bahis değildi. Buna rağmen durmamalarının ise dört sebebi vardı: Açgözlülük, hırs, kibir ve güç aşkı.


Açgözlülük - yani olabildiğince çok mala ya da ünvana sahip olma isteği - bana göre, korkudan ve gereksinimlerden filizlenir. Bir keresinde kıtlıktan ve dolayısıyla ölümden kaçan iki küçük Estonyalı kızla tanışmıştım. Benim ailemle birlikte yaşadılar ve elbette birçok yiyecekleri oldu. Ama bütün eğlenceleri komşu çiftliklerden patates çalıp onları biriktirmekti. Çocukluğunu sefalet içinde geçiren Rockefeller da yetişkinliğini benzer şekilde geçirmiştir. Aynı şekilde Arap emirleri de ipek Bizans divanlarını gördükten sonra bile çölleri unutmayı başaramayınca fiziksel ihtiyaçlarının çok ötesinde zenginlik biriktirmişlerdir. Açgözlülüğün psikoanalitik açıklaması ne olursa olsun, kimse bunun en kuvvetli itici güçlerden biri olduğunu inkar edemez. Ne kadar elde ederseniz edin her zaman daha fazlasını isteyeceksiniz ve tatmin olmak sizin için ulaşılmaz bir hayal olarak kalacak.


Kapitalist sistemin temelini oluştursa bile, açlık yarışından galip çıkmamızı sağlayan güdü, açgözlülük değildir. Hırs ona nazaran çok daha güçlüdür. Yine İslam tarihine dönersek, hanedanlar, sultanın farklı anneden olma oğlan çocukları anlaşamayınca evrensel bir yıkımla sonuçlanan iç savaşlara maruz kaldılar. Benzer şeyler modern Avrupa'da da yaşanıyor. Tüm mantıksızlığına rağmen, İngiliz Hükümeti, Kaiser'ın Spithead'de, donanma talimlerinde bulunmasına izin verince, ortaya çıkan sonuç, kesinlikle istenilen değildi. Düşündüğü şey, "Büyükanneninki kadar iyi bir donanmaya sahip olmalıyım" idi. Ve bu düşünce, art arda belalar doğurdu. Eğer açgözlülük hırstan daha güçlü olsaydı dünya daha mutlu bir yer olurdu. Ama gerçekte, birçok insan, gülen yüzleriyle, düşmanlarının yıkımını garantilemeye çalışıyor. Günümüzde vergileri bu kadar yükselten de bu çabadır.


"Bana bak" cümlesi, temel arzulardan biridir


Kibir, yüksek potansiyel taşıyan bir güdüdür. Çocuklarla ilgilenen herkes bilir ki onlar durmadan soytarılık yapıp, "Bana bak" derler. Bu "Bana bak"lar insan kalbinin en temel arzularından birini yansıtır. Bu arzu karşımıza, saçmalıktan ebedi şöhret arayışına uzanan pek çok şekilde çıkabilir.

Rönenans döneminde varlık göstermiş bir İtalyan Prensliği'nde, ölüm döşeğinde yatan bir rahibe "Hiç pişmanlığın var mı" diye sorarlar. "Evet" der, "Bir şey var. Bir keresinde İmparatoru ve Papa'yı aynı anda ziyaret etme şansım olmuştu. Onları kulemin tepesindeki manzarayı göstermek için yukarı çıkardım ve bana ebedi ün getirecek bir fırsatı teptim, ikisini de aşağı itmeliydim." Tarih, rahibin günah çıkartıp çıkartmadığını bilmiyor. Kibrin en büyük sorunu, beslendiği şeyle beraber büyümesidir. Hakkınızda konuşulduğu sürece, hakkınızda daha fazla konuşulmasını isteyeceksiniz. Mahkemeye çıkan tutuklu bir katilin medyaya göz atmasına izin verirseniz, davasına yeterince yer ayırmayan gazeteye öfkelendiğini görürsünüz. Diğer gazetelere bakıp da hakkındaki haberleri gördükçe, davasına yüzeysel yer veren gazeteye öfkesi büyüyecektir. Politikacılar ve edebiyat insanları da farklı değildir. Ün arttıkça, haberlerden tatmin olma düzeyi de o kadar düşecektir. Kibrin hayatının farklı dönemlerinde insanın üzerinde bıraktığı etkiyi abartmak pek mümkün değildir. Bu etki, üç çocuklu bir ailede büyüyen birini, dünyayı titreten birine dönüştürebilir. İnsanoğlu sürekli dua ettiği Tanrı'ya bile benzer bir kibir yakıştırma, acımasızlığına düşmüştür.


Bu güdülerin etkisi ne kadar büyük olursa olsun bir tanesi var ki diğer hepsine ağır basar. Güç aşkından bahsediyorum. Güç aşkı, kibre yakındır ama aynı şey değildir. Kibrin tatmin edilebilmesi için zaferle taçlandırılması gerekir ve güçten yoksunken de zafer kazanılabilir. ABD'de en büyük zaferi tadanlar film yıldızlarıdır ve onları bu pozisyona şimdiye dek hiçbir zafer kazanamayan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi de getirebilir. İngiltere'de, kralın başbakandan daha çok zaferi vardır ama başbakan kraldan daha güçlüdür. Birçok insan zaferi güce tercih eder fakat büyük resme bakınca, gücü tercih edenlerin tarihin akışına daha fazla yön verdiğini görürüz. Blücher 1814'de Napoleon'un saraylarını görünce "Bütün bunlara sahip olan birinin Moskova'nın peşinde koşması salaklık değil mi" der. Kibirden arınmış biri olduğunu asla söyleyemeyeceğimiz Napoleon, seçim yapması gerektiğinde yine de gücü seçti. Blücher'e bu seçim aptalca gözüktü. Halbuki güç aynen gösteriş gibi doyumsuzdur. Tanrı'nın sonsuz gücü hariç hiçbir şey onu tamamen tatmin edemez. Enerjik bir insanın zaafları, doyumsuzluk oranı hesaplanırken, denklemin dışında kalır. Halbuki bu zaaf, güç aşkına zemin oluşturmuştu. Öte yandan zaaflar önemli adamların hayatındaki en güçlü itici unsurdur.


Güç aşkını büyüten gücün kendisidir


Güç aşkı, güç deneyimlendikçe artar ve bu dinamik küçük bir güç sahibinde olduğu kadar feodal bey üzerinde de etkilidir. 1914'ten önceki mutlu günlerde, hali vakti yerinde kadınlar, bir grup hizmetçiyi yönlendirebiliyordu ve yaşlandıkça onlar üzerinde daha fazla güç uyguluyorlardı. Benzer şekilde, otokratik bir rejimde, gücün yaptırabileceklerini gören güç sahipleri gittikçe daha da tiranlaştılar. İnsanlar üzerinde ne kadar güçlü olduğunu ölçmenin yolu onlara normalde yapmayacakları şeyler yaptırmaktır. Bu nedenle kendisini güç aşkına kaptırmış bir kişi, zevkten çok acı verir. Eğer patronunuzdan ofisten ayrılmak için izin isterseniz, bu izni vermek yerine sizi reddeder ve gücünü ancak böyle deneyimler. Eğer inşaat ruhsatına ihtiyacınız varsa, alt kademe memurlar "Hayır" demekten, "Evet" demeye göre daha çok zevk alacaklardır. Güç aşkını tehlikeli kılan işte bu tip güdülerdir.


Ama daha arzu edilesi başka tarafları da vardır. Bilgi arayışı bana göre güç aşkından kaynaklanır. Tıpkı bütün bilimsel gelişmeler gibi... Siyasette de reformcu biri, bir despotunki kadar büyük bir güç aşkına sahip olabilir. Güç aşkını sadece itici kuvvet olarak nitelemek de büyük bir hatadır. Ya bu itici kuvvetle faydalı işler yaparsınız ya da sosyal çevreniz ve kapasiteniz uyarınca zararlı işlere yönelirsiniz. Kapasiteniz teorik ya da teknik olabilir, bu doğrultuda bilgiye veya yönteme katkıda bulunursunuz. Eğer politikacıysanız güç aşkı sizi harekete geçirebilir. Ve bu güdü, bazı durumları statükoya tercih ettiğiniz görüldüğünde tatmin olur. Tıpkı Alcibiades gibi, büyük bir general için hangi tarafta savaştığının önemi olmamasına rağmen generallerin çoğu kendi ülkeleri için savaşmayı tercih etmişlerdir ve burada güç aşkından farklı bir motivasyon vardır. Politikacılar kendilerini devamlı çoğunluğun yanında bulmak için taraf değiştirebilirler ama çoğu politikacı bir siyasi partiye ya da ötekine daha yakındır ve güç aşklarını tercih ettikleri bu partinin hizmetine sunarlar. Güç aşkının, en saf halini, farklı tip insanlarda gözlemleyebilirsiniz. Bunlardan biri paralı askerlerdir ve Napoleon bu türün en güzel örneğidir. Bence Napoleon'un Korsika yerine Fransa'yı tercih etmesinin ideolojik bir nedeni yoktu ama eğer Korsika İmparatoru olsaydı bir Fransız gibi davranırken, ulaştığı büyüklüğe yaklaşamayacaktı. Fakat onun gibilerin tatmine ulaşmasında kibirleri de etkili olduğundan, onlar iyi birer örnek değillerdir. Bunun en saf örneği tahtın arkasındaki güçte, yani akıl hocasındadır. Toplum önünde hiçbir zaman görünür olmaz ve şu gizli düşünceyle avunur: "Bu küçük kuklalar iplerin kimin elinde olduğunu bilmiyorlar." Alman İmparatorluğunun 1890-1906 yılları arasındaki dış politikasını belirleyen Baron Holstein bu türden insanları en mükemmel şekliyle temsil eder. Baron Holstein, varoşlarda yaşamış, topluma karışmamış ve İmparatorla tanışmaktan kaçınmıştır. İmparatorun ısrarlarının dayanılmaz olduğu bir seferlik istisna dışında bütün kraliyet üyelerinden gelen davetleri giyecek resmi bir kıyafeti olmadığı bahanesiyle reddetmiştir. Bakanlara ve birçok kraliyet mensubuna şantaj yapmasına imkan tanıyacak kadar geniş bir bilgi birikimine sırdaştı. Ama bunu zenginlik, ün ya da herhangi başka bir avantaj elde etmekte değil, dış politikaya istediği yönü vermek için kullanmıştı. Doğu'daki haremağaları arasında da böyle karakterler bulmak şaşırtıcı değildir.


İnsan diğer canlılardan sıkılma kapasitesiyle ayrılır


Şimdi, daha önce bahsettiklerimiz kadar önemli olmasa da aslında büyük önem taşıyan diğer güdülere geçmek istiyorum. Bunlardan ilki adrenalin bağımlığıdır. İnsan, sıkılma kapasitesiyle diğer canlılardan ayrılırlar. Gerçi bazen hayvanat bahçesinde maymunları izlerken de onların bu yorucu duyguya kapıldığını düşünüyorum. Her neyse, deneyimlerimiz bize can sıkıntısını bertaraf etme isteğinin, neredeyse bütün insanlarda bulunan güçlü bir arzu olduğunu gösteriyor. Beyazlar henüz bozulmamış yerlilerle ilk karşılaştıklarında onlara balkabağından kilise ışığına kadar birçok farklı şey sundular. Bunların birçoğuna yerliler tepki göstermediler. Hediyeler arasından en dikkate değer buldukları, kısa süreliğine bile olsa hayatlarında ilk kez yaşamın, ölümden daha iyi olduğunu düşündüren alkol oldu. Kızılderililer henüz beyazlardan etkilenmemişken sigaralarını bizim gibi sakince içmezlerdi. Dumanı ciğerlerine öyle hararetle çekerlerdi ki dışarıya belli belirsiz bir duman bırakırlardı. Ve nikotin kaynaklı heyecan sona erdiğinde yurtsever bir konuşmacı onların komşu kabileye saldırmasını sağlardı. Bu, bizim kişiliğimiz uyarınca at yarışları sırasında veya genel seçimlerde duyduğumuz hazza benzerdi. Kumarın verdiği zevk ise tamamen heyecan kaynaklıdır. Monşer Huc, Çinli tüccarların kış vakti Çin Seddi'nde, bütün paralarını, sonra bütün malvarlıklarını ve en son kıyafetlerini kaybedene kadar kumar oynadıklarını ve çıplak kaldıkları için de soğuktan öldüklerini anlatır. Bana göre, medeni insanda olduğu gibi ilkel Kızılderili kabilelerinde de, insanların savaşı alkışlamasına sebep olan duygu, heyecan sevgisidir. Sonuçları kimi zaman daha ciddi olsa da futbol maçlarında hissedilen de budur.


Adrenalin bağımlılığının köklerinin nereye dayandığını bulmak pek kolay değil. Ama zihinsel donanımlarımızın insanların avlanarak yaşadığı dönemde şekillendiğini düşünme eğilimim var. Bir erkeğin elindeki ilkel bir silahla, onu yiyeceği hayaliyle bir geyiği takip ederek bütün bir gününü geçirdiği ve günün sonunda zafer kazanmış bir edayla mağarasına dönüp, yorgun bir şekilde oturarak karısının eti pişirmesini beklediği zamanlardan bahsediyorum. Erkek uykuludur, kemikleri sızlıyordur ve yemeğin kokusu zihninin bütün odacıklarına doluşmuştur. Ve nihayet, yemekten sonra derin bir uykuya dalar. Böyle bir hayat tarzında ne enerjiye ne de sıkıntıya yer vardır. Ama tarıma geçip, karısını tarladaki zor işlere yolladığında, hayatın boşluğu üzerine düşünmek, mitolojiler yaratmak ve felsefe sistemleri oluşturmak, Valhalla domuzunu avlayacağı sonraki yaşamını hayal etmek için vakti oldu. Zihinsel donanımız fiziksel güç gerektiren işlere uygun durumda. Daha gençken tatillerimi yürüyerek geçirirdim. Günde yirmi beş mil yürüyebiliyordum. Akşam olduğunda da beni sıkıntıdan kurtaracak bir şeye ihtiyacım olmuyordu çünkü oturmaktan aldığım zevk bana yetiyordu. Ama modern hayat bu tarz fiziksel yorgunluklara açık değil. İyi bir iş oturarak yapılır ve çoğu iş egzersizi sadece birkaç kasımızı hareket ettirir. Eğer insanlar günde yirmi beş mil yürüseydi Trafalgar Meydanı'nda, devletin onları ölüme gönderme kararını kutlamak için toplanmazlardı. Münakaşa sevdasını tedavi etmek ne var ki uygulanabilir değil. Çünkü eğer insanoğlunun soyu devam edecekse, kullanılmamış fiziksel enerjinin meydana çıkardığı heyecan aşkının dışarı güvenli bir şekilde yansıması gerekir. Bu hem ahlakçıların hem de sosyal reformcuların üzerinde pek düşünmediği bir husustur. Sosyal reformcular düşünecekleri daha ciddi şeyler olduğu kanısındalar. Diğer taraftan, ahlakçılar, heyecan sevgisinin açığa çıkışını ciddiyetle karşılamaktadırlar ancak bu ciddiyet onların günah korkusundan kaynaklanmaktadır. Dans salonları, sinemalar, caz devri... Duyduklarımız doğruysa, cehenneme açılan kapılardır ve bu yüzden eve kapanıp günahlarımızın affını dilemeliyiz. Ben bu uyarıları yapan mezarcılarla aynı fikri paylaşmıyorum. Şeytanın birçok şekli vardır, bazıları onu genç, bazıları da yaşlı ve ciddi olarak algılar. Eğer gençleri eğlenmeye yönlendiren şeytansa, o zaman belki yaşlıları eğlence karşıtı kılan da odur. Ve belki de bu karşıtlık herkesin yaşına uygun bir çeşit heyecan sayılabilir. Eğer bu da yetersiz kalırsa, belki de afyon gibi bir uyuşturucuyu düzenli olarak artırarak istenilen etki yaratılabilir. Sinemayı kötü diye kodlayıp, diğer yandan adım adım muhalefet partisine, İspanyollar'a, İtalyanlar'a ve kısa sürede kendi kulübümüzün dışındaki herkese karşı tavır almamız korkulacak bir şey değil mi? Ve işte savaşlar, bu karşıtlıkların yayılmasından doğmuştur. Halbuki dans salonlarında savaş çıktığını hiç duymadım.


Heyecan kitlesel şiddete dönüştüğünde yıkıcıdır

Heyecanın önemi birçok çeşidinin yıkıcı olmasından gelir. Özellikle aşırı alkol tüketenler ve kumara karşı koyamayanlar için yıkıcıdır. Kitlesel şiddete dönüştüğünde yıkıcıdır. En önemlisi, savaşa sürüklediğinde yıkıcıdır. Dışa vuracak masum yollar bulunmadığında, heyecan o kadar derinleşir ki en sonunda dışa vurmak için kendisine zarar veren yollar bulur. Masum dışavurumlar olarak sporu ve anayasal sınırlarda kaldığı müddetçe siyaseti sayabiliriz. Ama bunlar yetmez, hele en heyecan verici siyasi hamlelerin en tehlikelileri olduğu düşünülünce. Medeni hayata evcilleşerek geçtik ve eğer bu hayatın durağan olması isteniyorsa ilkel atalarımızın avcılık yapması gibi, kendimizi tatmin edecek zararsız dışavurum yöntemleri bulmamız gerekir. İnsanların az, tavşanların çok olduğu Avustralya'da, bir kabilenin yüzlerce tavşanı köleleştirerek ilkel arzularını, ilkel yöntemlerle tatmin ettiğini gördüm. Ama Londra'da ya da New York'ta bu ilkel arzuların tatmini için başka yöntemler bulunmalıdır. Bence bütün büyük şehirlerde, insanların oldukça hassas kanolarla inebileceği yapma şelaleler ve mekanik köpekbalıklarıyla dolu yüzme havuzları bulunmalı. Savaşların önlenemeyeceğini savunan herkes günde iki saat bu canavarla mücadele etmeli. Daha önemlisi, acı, adrenalin bağımlılığından fayda sağlamak için kullanılmalı. Dünyada hiçbir şey ani bir keşiften ya da buluştan daha heyecan verici değildir ve aslında birçok insan bu heyecanı deneyimleyecek kapasiteye sahiptir.


Başka politik güdülerle gücü azaltılmış olsa da insanoğlunu maalesef hâlâ yöneten birbirine çok yakın iki duygudan bahsetmek gerekiyor: Korku ve nefret. Nefret ettiğimiz şeyden korkmamız ve her zaman olmasa da korktuğumuz şeyden nefret etmemiz doğaldır. Tanımadığı şeyden korkan ve nefret eden ilkel adamın benimsediği ilk kural muhtemelen buydu. Onlar başlangıçta kendi küçük sürülerine sahiptirler ve burada aralarında düşmanlık bulunan istisnai birkaç kişi dışında herkes birbirinin arkadaşıydı. Diğer sürüler ise ya düşmandır ya da potansiyel düşmandır ve kazara bile olsa sürüden uzaklaşan öldürülecektir. Yabancı sürü bir bütün olarak kaçınılması gereken veya savaşılması gereken topluluktur. Bu ilkel, içgüdüsel mekanizma günümüzde bile başka ülkelerle politikamızı belirlemektedir. Daha önce hiç seyahat etmemiş biri bütün diğer ülke vatandaşlarını başka sürülerin vahşi bireyleri gibi görür. Ama seyahat etmiş ya da uluslar arası ilişkiler okumuş bir birey, eğer kendi sürüsünde yeterince zenginlik varsa, başka sürüleri de bünyesine katacaktır. Eğer İngilizseniz ve birisi size "Fransızlar sizin kardeşiniz" derse içgüdüsel olarak düşüneceğiniz ilk şey, "Saçmalık; onlar omuz silkiyor, Fransızca konuşuyorlar. Üstelik kurbağa yediklerini bile duydum" olacaktır. Ama eğer Rusya ile savaşa girer ve size Ren Nehri'nin savunulması gerektiği, bunun için de Fransızların desteğinin vazgeçilmez olduğu söylenirse o zaman "Fransızlar sizin kardeşiniz" ifadesinin anlamını kavrarsınız. Ama o sırada gezgin bir dostunuz size Rusların da kardeşiniz olduğunu söylerse uzaylılardan gelecek bir tehlikeye işaret etmediği müddetçe sizi ikna edemeyecektir. Düşmanlarımızdan nefret edenleri severiz ve eğer düşmanlarımız olmasaydı sevecek çok az kişi kalırdı.


Bütün bunlar yalnızca diğer insanlarla ilişkilerimiz incelendiğinde doğrudur. Düzensizce boy verdiği ve sorumsuz olduğu için tohumu düşman belleyebilirsin. Tabiat Ana'yı düşmanınız olarak görüp insanlığın ona yeğleyebilirsiniz. Eğer hayat bu şeklide algılansaydı insanlığın tek vücut olması çok daha kolay olurdu. Ve eğer okullar, gazeteler ve politikacılar kendilerini bu sona hazırlasalardı insan çok daha kolay bir şekilde bu yaşam tarzını hayata geçirebilirdi. Ama okullar milliyetçiliği öğretmekle, gazeteler heyecan yaratmakla ve politikacılar da yeniden seçilmekle meşgul. Üçü de insanoğlunu bilinçli intiharından kurtarmak için çabalamıyor.


Korkuyla nasıl başa çıkacağız?


Korkuyla başa çıkmanın iki yolu var: İlki hayati tehlikeyi ortadan kaldırmak, ikincisi de Stoik direnci yeşertmek. İkincisi acilen eyleme geçmenin gerektiği durumlar haricinde, düşüncelerimizi korkunun nedeninden uzaklaştırır. Korkunun fethi çok önemlidir. O, zarar vericidir, kolaylıkla takıntı haline dönüşür, korku öznesinden nefret edilmesine neden olur ve bu da bizi caniliğin uç noktalarına götürür. İnsanlar üzerinde hiçbir şey güvende hissetmek kadar olumlu sonuçlar doğuramaz. Eğer savaş korkusunu ortadan kaldıran uluslar arası bir sistem kurulabilseydi gündelik zihinsel gelişimimiz muazzam ve hızlı olurdu. Mevcut korku dünyayı gölgeliyor. Atom bombası ya da bakteri bombası, komünistler ya da kapitalistler tarafından yayılması hiç önemli değil, Washington'ı ya da Kremlin'i titretir ve insanı felakete sürükler. Eğer bugünkü koşullarda düzelme meydana gelirse, yapılması gereken ilk ve en önemli şey korkuyu kontrol altında tutacak bir yöntem bulmak olacaktır. Günümüz dünyası rakip ideolojilerin mücadelesini takıntı haline getirmiştir, bu kavganın en belirgin sebebiyse kendi ideolojimizin kazanmasına, rakip ideolojinin kaybetmesine yönelik istektir. Buradaki temel itici gücün ideolojilerle çok da bağlantılı olduğunu sanmıyorum. Bence ideolojiler bir insan gruplama yöntemidir ve böylece düşmanlar da gruplanmış olur. Elbette komünistlerden nefret etmek için birçok nedenimiz var. İlki ve en önemlisi mallarımızı elimizden alacaklarına olan inanç. Ama hırsızların da amacı budur ve biz hırsızlara tepkimizi, komünistlere tepkimizden farklı şekilde gösteririz çünkü bu ikisinden farklı seviyelerde korkarız. Komünistlerden nefret etmemizin ikinci sebebiyse onların dinsiz olması. Çinliler 11. yüzyıldan beri dinsiz. Fakat biz onlardan Chiang Kai-shek'ten beri nefret ediyoruz. Üçüncü sebepse, onların demokrasiye inanmaması ama bu Franko'dan nefret etmemize yetmemişti. Dördüncü olarak da özgürlüğe izin vermedikleri için onlardan nefret ediyoruz. Hatta o kadar nefret ediyoruz ki onları taklit etmeye karar verdik. Bunlardan hiçbirinin aslında nefrete temel teşkil edemeyeceği aşikar. Onlardan nefret ediyoruz çünkü onlardan korkuyoruz. Eğer Ruslar hâlâ Rum Ortodoks mezhebine mensup olsalardı, parlamentolu hükümetlerini muhafaza etselerdi ve bizi her gün tedirgin eden baskıları olmasaydı -en az bugünkü kadar güçlü silahları bulunmasına rağmen- bize onları düşman görmek için fırsat verdikleri anda yine nefret ederdik. Elbette ki din, garezimiz düşmanlığa neden olabilir. Ama bence bu sürü psikolojisinin yansımasıdır: Farklı bir dine mensup olan kendini garip hisseder ve bu gariplik tehlikelidir. Sürülerin yaratılmasında ideolojiyi kullanmak bir yöntemdir ve sürülerin psikolojisi genelde aynıdır.

Sadece kötücül itici güçlere ya da en iyi ihtimalle nötr olanlara yer verdiğimi düşünebilirsiniz. Ancak korkarım ki, kural olarak, böyleleri bizi başkalarının iyiliği için mücadeleye götüren güdülerden daha güçlüdür. Yine de bu tip güdülerin varlığını ve zaman zaman etkili olduğunu inkar etmeyeceğim. 19. yüzyılın başlarında köleliğe karşı başlatılan acındırma kampanyası hiç şüphesiz ki başkalarının iyiliği içindi ve oldukça da etkiliydi. 1883'te vergi ödeyen İngiliz vatandaşlarının Jamaikalı toprak sahiplerine kölelerinin serbest bırakılması için milyonlarca dolar tazminat ödemesi ve Viyana Konferansı'nda İngiliz Hükümetinin diğer ülkeleri kölelerini azat etmeye çağırması, işte bunlar hep başkalarının iyiliği için yapılmıştır. Günümüzde de Amerika'nın aynı ölçüde çabaladığını söylemek gerekir. Ama gerginliğe mahal vermemek için bu konuya girmeyeceğim.


Sempatinin saf bir itici güç olduğu gerçeğini sorgulamamak gerek. İnsanların diğerlerinin acı çekmesinden rahatsız olmadığına ilişkin düşünceyi kabul edemiyorum. Sempati sayesindedir ki yüzyıllardır insanlık ilerliyor. Akıl hastalarına uygulanan tedavilere ya da mültecilerinin tedavi görememelerine dair hikayeler bizi şaşırtıyor. Batı ülkelerindeki mahkumlara işkence uygulanmaması gerekir ve eğer olur da uygulanırsa bu durum keşfedildiğinde toplumsal tepkiye neden olur. Yetimlere Oliver Twist'teki gibi davranılmasını onaylamıyoruz. Protestan ülkeler hayvanlara canice davranmaya karşı çıkıyor. Bütün bu örneklerde görüyoruz ki sempati siyaseten etkili olabilir. Ve eğer savaş korkusu ortadan kaldırılabilseydi, sempatinin etkisi de daha büyük olurdu. Belki de insanoğlunun geleceğine dair en büyük umut sempatinin yoğunluğunu ve derecesini artıracak bir yolun bulunmasıdır.


Sanırım konuşmamı toparlama vaktim geldi. Siyaset bireylerden ziyade sürülerle ilgilenir ama siyasetin ilgilenmesi gereken tutkular sürüyü oluşturan bireylerin hissettikleridir. Siyasi düşünce, sürünün nasıl kurulduğuna ve bir sürünün diğerine duyduğu düşmanlığa bakmalıdır. Sürü içindeki yapılanma hiçbir zaman mükemmel olamaz. Kabul etmeyen, akıntının dışında kalan üyeler olacaktır. Bu üyeler diğerlerine göre ya aşağılanmış ya da yüceltilmiş olanlardır. Onlar aptallar, suçlular, peygamberler ya da kaşiflerdir. Mantıklı bir sürü ortalamanın üstündeki bu bireylerin merkeze geçmesine izin vermeyi ve ortalamanın altındakilere de mümkün olan en az gaddarlıkla davranmayı öğrenmelidir.


Komşumuzun fakir kalması, mutluluktan önemli mi?


Diğer sürülerle ilişkilere bakarsak, modern teknikler kişisel çıkar ve içgüdüler arasında çatışma yaratmıştır. Eskiden, iki kabile savaşa girdiğinde, biri diğerini yok eder ve topraklarını ele geçirirdi. Kazananın bakış açısından bakınca bütün bu süreç tatmin ediciydi. Öldürmek hiç de pahalı değildi ve heyecanı çok hoştu. Bu koşullar altında savaşın devam etmesi doğal karşılanabilir. Fakat şimdi savaş koşulları tamamen değişmişse de hâlâ bu ilkel savaş tutkusunu içimizde tutuyoruz. Modern bir operasyonda düşmanı öldürmek oldukça pahalı. Son savaşta ölen Alman sayısını, kazanan tarafın topladığı gelir vergisine bölerseniz bir Alman'ın hayatının kaç para ettiğini bulacaksınız ve bu oldukça düşündürücü. Söylendiği gibi Doğu'da, Almanların düşmanları yenilen nüfusu esir alarak, onların topraklarını işgal ederek eski savaşların nimetlerinden faydalandılar. Batılı galipler ise böyle bir nimetten yararlanamadılar. Günümüz savaşlarının ekonomik açıdan pek kârlı olmadığı ortada. İki dünya savaşını da kazandık belki ama eğer hiç savaşa girmeseydik şu anda daha zengin olurduk. Birkaç azizi ayrı tutarak söylüyorum ki insanlar kendi çıkarları doğrultusunda hareket etseydi bütün tüm insanlık işbirliği yapabilirdi. Savaşlar, ordular, donanmalar, atom bombaları ortadan kalkardı. A ulusunun beynini yıkayarak onu B ulusuna karşı kışkırtan ordu propagandaları olmazdı, B ulusu A ulusuna karşı düşmanlık beslemezdi. Ülke sınırlarında yabancı kitapların ve fikirlerin girmesini engelleyen askerler bulunmazdı. Tek bir büyük şirket çok daha ekonomik olacakken, birçok küçük şirket yaratan gümrük politikaları olmazdı. Eğer insan kendi mutluluğunu komşusunun fakirliğini istediği kadar isteseydi bütün bunlar hızla gerçekleşirdi. Bana diyeceksiniz ki bütün bu ütopist hayallerin ne anlamı var? Ahlakçılar bu dediklerimi dinleyip, tamamen bencil olamayacağımızı söyleyecekler. Fakat bu gerçekleşene kadar milenyum gelmeyecek.


Konuşmamı sinik bir notla bitirmek istemem. Bencillikten daha iyi şeyler olduğunu ve bazılarının bu şeylere ulaşabildiğini inkar etmiyorum. Ama geniş insan topluluklarının, yani siyasetin ilgilendiği grupların karşısına, onları bencillikten kurtaracak çok az fırsat çıktığını düşünüyorum. Diğer taraftan bencilliği, aydınlanmış bireysel çıkar diye tanımlarsak, toplulukların buna kolay kolay ulaşamayacağının da farkındayım.


Ve bireysel çıkarların peşine düşülen insanlar, genellikle kendilerini idealist davrandılarına inandırırlar. Halbuki idealizmin arkasında nefret ya da güç aşkı vardır. Büyük kalabalıkların soylu görünen nedenlerle sürüklendiğini görürseniz, perdenin arkasına bakın ve kendinize bu güdüleri harekete geçirenin ne olduğunu sorun. Çünkü soylu görüntünün arkasına bakarak, psikolojik bir araştırma yapmaya değer. Bugün burada ben de bunu yapmaya çalıştım. Son olarak, söylediğim şey doğrudur, yapılması gereken temel ve mantıklı şey dünyayı mutlu bir yere dönüştürmektir. Tüm bunlardan iyimser bir sonuç çıkarıyorum belki ama akıl, eğitimin tanıdık metotlarıyla teşvik edilebilir.


Çevirenler: Nilhan Kalkan ve Gökçe Gündüç

21 Aralık 2013 Cumartesi

Klinik doğamadı





Kliniğin Doğuşu'nu ünlü yazar Fuko yazmış. Eee Foucault okumakla övünenleri gördükten kelli, kafama koydum, yıllardır bekleyen bu kitap okunacaktı. Başlayınca kolay olmadığını hemen anladım. Ama vazgeçmedim, zevk aldığım kitapları okumak için bunu tamamlamak zorundaydım. Zavallıyı sıkıcı ve anlaşılmaz olduğu için fırlata fırlata bu hale getirdim. Ve sonuç, anlamadığım o kadar çok şeyi atlamış olabileceğimi düşünüyorum ki. Ve aynı zamanda öyle sıkıcı bir kitaba bir daha bakmak istemiyorum ya. Eğer biri okumaktan soğutulacaksa, doğru adreslerden biri bu kitap. Yazarından mı, çevirmeninden mi bilemedim. Olmaz ama, yani bir adamın kafası doluysa, elbette düşüncelerini basitleştirmesin, biz onun seviyesine çıkalım. Ama anlamayı kolaylaştırmalı ya. Fuko'yla aramız hala yok. Napalım ben elimden geleni yaptım. İşte kitaptan çıkardığım bir kaç mesaj:

"Kendine geçmişe dair sorular sormayanın önceliği olmaz."

"Beyin kanaması bütün duyuların bütün istemli hareketlerin kullanımını kaybettirir; ama solunumu ve kalbin hareketlerini bağışlar."

"Bireylerin yaşam koşullarına ve yaşam tarzlarına bağlı olan hastalıklar devirlere ve yerlere göre değişiklik gösterirler. Ortaçağda, savaşlar ve kıtlıklar döneminde, hastalar korku ve tükenmişliğe (beyin kanamaları, eritici sıtma) terk edilmişlerdi; ama XVI. ve XVII. yüzyıllara gelindiğinde, vatan duygusunda ve vatana karşı yükümlülükte gevşeme görülür; bencillik kendi içine çekilir, sefahat ve oburluk alır gider (cinsel hastalıklar, bağır ve kan tıkanmaları); XVIII. yüzyılda, zevk arayışı hayal gücünden geçer; tiyatroya gidilir, romanlar okunur, boş sohbetlerde coşulur; gece uyunmaz gündüz uyunur; isteriler, ipokandriler, sinir hastalıkları bu yüzdendir." (Maret, 1771).

"Boş düşler kurucusu Lanthenas, tıbbın kısa ama tüm bir tarihin ağırlığını taşıyan tanımını yaptı: "Sonunda, tıp olması gereken şey, doğal ve toplumsal insanın tanınması olacaktır."

"Hastane, yoksulların gerçek ihtiyaçlarını karşılamayan, hasta insanı sefalet ayıbı içinde bırakan çağdışı bir çözümdür. İnsanoğlunun ağır işlerin tüketiciliğini ve ölüme götüren hastaneyi bir daha görmeyeceği ideal bir düzen olsa gerek. "İnsan ve meslekler, ne hastane, ne düşkünler yurdu için yaratılmıştır. Bütün bunlar korkunç şeylerdir."

"Hastane alanı belirsiz bir alandır: Kuramsal olarak özgür ve doktoru hastaya bağlayan bağın sözleşmesel olmamasından dolayı deneylemenin soğukluğuna açıktır; genel olarak insanı evrensel biçimiyle sefalete bağlayan suskun - ama sıkıştıran- sözleşme gereği, yükümlülükler ve manevi sınırlamalarla döşeli bir alandır."


"Belirtilerin ötesinde, artık patolojik öz yoktur: Hastalıktaki her şey kendinden görüngüdür; bu ölçüde, belirtiler, birinci nitelikte çocuksu bir rol oynarlar: "Bir araya gelmeleri hastalık denilen şeyi oluşturur." (Broussonnet)

"Belirti, açığa çıkmış durumdaki hastalıktır."

"Göstergeler ve belirtiler aynı şeydirler ve aynı şeyi söylerler: Şöyle ki, gösterge belirtinin tam olarak ne olduğunu söyler."

"Balgam çıkarmalı bir zatürree başlangıcı vakalarında, sancının aniden kesilmesi, nabzın gittikçe zayıflaması bir akciğer "epatizasyonunun" göstergesidir. Dolayısıyla, farka eşzamanlılığa ya da ardışıklık ve sıklığa duyarlı bir bakış altında, belirti gösterge olur."

"Bilgileri en üst yetkinlik düzeyine çıkmış bir doktor için, bütün belirtiler göstergeler haline gelebilir." (Demorcy-Delettre, 1810)

"Kararını oluşturmadan, hala işleyen bir anlam ilgisini kurmadan önce, imgelemin sessizliğinde, aklın dinginliğinde beklemesini bilen yetkin gözlemci ne kadar nadirdir!" (Corvisart, 1808).

"Gözlemci.. doğayı okur, deney yapan onu sorgular." (Roucher-Deratte, 1807).

"Bu ölçü içinde, gözlem ve deney birbirlerini dışlamadan karşıttırlar."

"Gözlemle deneyi birbirine karıştırmamak gerekir; deney netice ya da sonuçtur; gözlem araç ya da nedendir; gözlem doğal olarak deneye götürür."

"Yaşam yaşamsızlığa direnen işlevler bütünüdür." (Buisson, 1902).

"Hastalık, kendine özgü ortaya çıkma biçimleri, kök salması ve ayrıcalıklı büyüme bölgeleri olan organik geniş bir bitki örtüsü şeklini alır. Kendilerine özgü çizgilere ve alanlara göre organizmada uzamlaşan patolojik görüngüler, canlı süreçler tavrı gösterirler. Bunun doğurduğu iki sonuç vardır: Hastalık, bizzat yaşama bağlıdır, ondan beslenir ve "her şeyin birbirini izlediği, zincirlendiği, birbirine bağlandığı etkileşim uğraşına" katılır." (Bichat)





24 Kasım 2013 Pazar

Tek Kanatlı Bir Kuş

Anadolu'da hayatının anlamını değerlendiren memur tipi, öyle anlamlı ki... Memur bey ve eşi, yanlarına katılan ve sonra ayrılan tiplemeler...

İnsan, insani konuları nasıl değerlendirir; ben bu tepkide şaşırdım; bu iyi:

Adam, dağ başında çalışıyor, eşi hiç gelmemiş yanına; kendi de altı yıldır onun yanına gitmemiş. Diyor ki "Parayı da kestim. Çocukları büyüdü. Onlar baksınlar. Ama ben bu kadar parayı ne yapayım?"

Kahramanımız memurun eşi "bir başını kaldırdı, işini bıraktı, coşkuyla:"

"Efendi, efendi, efendi arsa al, arsa...," dedi.

Dedim ki, bu ne; kadın adamın asıl derdi olarak bunu alıp çözmeye çalışıyor; işte dedim hayat bu. Asıl iç yakan mevzuları nasıl da bu tür meselelerle yumuşatıveriyoruz. Muhteşem.




 

17 Ekim 2013 Perşembe

uygarlığın huzursuzluğu

Freud, hep o ciddi suratı ve hakkında söylenenler yüzünden kafamda kibirli bir adam olarak oturdu. Eserlerini kendi orijinalinden hiç okumamıştım. Bu yüzden adamın kendine has mütevazılığının yeni farkına vardım. Bir şeyleri anlamak ve anladığını dili döndüğünce aktarmaya çabalamış adamcağız; mütevazı da, özümsemek için zamana ihtiyaç duyduğum cümlelerini uzun paragraflar halinde okuyunca o mütevazılığı siz de görebilirsiniz bence.

"Yaşamı çekilir hale getirmek için müsekkinlerden vazgeçemeyiz... Böylesi üç tür müsekkin vardır: zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar, bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler, bizi buna karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler."

(Mutluluk için) "Bu konuda herkese uyabilecek bir öğüt yoktur; herkes hangi özel yoldan mutlu olabileceğini kendi bulmalıdır. Kişinin seçimine yol göstermek için çeşitli öğeler devreye girecektir. Önemli olan, dış dünyadan ne miktarda gerçek tatmin ummak durumunda olduğu, kendini dış dünyadan bağımsız kılmaya ne ölçüde niyetli olduğu ve son olarak da, dış dünyayı kendi arzuları doğrultusunda değiştirmek için sahip olduğuna inandığı gücün ne kadar olduğudur. Daha bu noktada, dış koşulların yanı sıra bireyin ruhsal bünyesi belirleyici olacaktır. Esas olarak erotik yapıdaki kişi diğer insanlarla duygusal ilişkileri ön plana alacak, kendi kendine yeterli olmaya yönelen narsistik kişi esas tatmini ruhsal iç süreçlerde arayacak, eylem insanı gücünü sınayabileceği dış dünyadan vazgeçmeyecektir... Her aşırı seçim, bireyi, seçmiş olduğu -diğerlerini dışlayan- yaşam tekniğinin yetersiz kaldığı yerlerde ortaya çıkacak olan tehlikelerle karşı karşıya bırakarak cezalandıracaktır. Tıpkı ihtiyatlı bir tüccarın sermeyesini tek bir alana yatırmaktan kaçınması gibi, belki yaşam bilgeliği de tatminin tümünü tek bir çabadan beklememeyi öğütler."

"..insanları mutluluğa götürebilecek pek çok yol vardır, ama insanı mutluluğa götüreceği kesin olan hiç bir yol yoktur."

Freud, sanki konuşur gibi yazmış ve şu cümlenin havası, karşımda sohbet eden bir Freud varmış gibi hissettiriyor: "Sorunun bu yönünü daha fazla incelemeyi yararsız buluyorum."

Freud, uygarlığı şöyle tanımlıyor: "yaşamımızı hayvan atalarımızınkinden ayıran, insanları doğadan korumak ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek gibi iki amaca hizmet eden eylem ve düzenlemelerin toplamı."

Konunun özüne girince, kadınların uygarlıkla ilişkisine dair şu tespiti bence önemli:

"... kısa bir süre sonra, başlangıçta sevgi talepleri ile uygarlığın temelini atmış olan kadınlar, uygarlığın akışı ile bir karşıtlık oluşturarak geciktirici ve kısıtlayıcı etkilerini göstermeye başlarlar. Kadınlar ailenin ve cinsel yaşamın çıkarlarını temsil eder. Giderek artan bir şekilde erkek işi haline gelmiş olan uygarlık uğraşı, kadınların karşısına giderek zorlaşan sorunlar çıkarır ve onları pek üstesinden gelemeyecekleri içgüdü yüceltmelerine zorlar. Erkeğin ruhsal enerjisi sınırsız olmadığından, görevlerini yerine getirebilmek için libidosunu amaca uygun bir şekilde dağıtması gerekir. Uygarlık uğruna kullandığı libidoyu büyük ölçüde kadınlardan ve cinsel yaşamdan geri çeker. Sürekli olarak erkeklerle bir arada bulunma, onlarla olan ilişkilere bağımlı olma erkeği kocalık ve babalık görevlerine bile yabancılaştırır. Böylece kadın kendisini uygarlığın talepleri tarafından arka plana itilmiş olarak görür ve uygarlığa karşı düşmanca bir tavır alır."

Tanıdık bir sahne bence.

Freud, uygarlığın cinsellik ve saldırganlığı (yeni temel iki içgüdü) kısıtlamayı hedeflediğinin altını çizdikten sonra şunu yazıyor:

"Uygarlık insanların yalnızca cinselliğini değil, saldırganlık eğilimini de böylesi büyük fedakarlıklara zorladığına göre, insanların uygarlığın içinde kendilerini mutlu hissetmekte zorluk çekmeleri daha bir anlaşılırlık kazanır. Hiçbir içgüdü kısıtlaması tanımadıkları için, ilk insanlar bu anlamda gerçekten de daha iyi durumdaydılar. Bunu dengeleyen unsur, böylesi bir mutluluğu uzun süre tatma garantisinin çok düşük oluşuydu. Uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir. Ancak unutmamamız gereken bir nokta, ilkel ailede yalnızca aile reisinin böyle bir içgüdü özgürlüğünün keyfini çıkardığıdır; diğer bireyler köleci bir baskı altında yaşıyordu. Uygarlığın nimetlerinden yararlanan azınlık ile bunlardan yoksun bırakılmış bir çoğunluk arasındaki karşıtlık, uygarlığın bu ilkel çağlarında aşırılığa vardırılmıştı. Bugün yaşamakta olan ilkel halkların titiz bir şekilde incelenmesi, bunların içgüdüsel yaşamlarının özgürlük açısından hiç de imrenilecek durumda olmadığını göstermiştir; bu yaşamda modern uygar insanınkinden farklı, belki de daha katı kısıtlamalar söz konusudur."

"Yıkım içgüdüsü fikri psikanalitik literatürde ilk kez boy gösterdiği zaman buna nasıl karşı çıktığımı ve bu fikre açık bir hale gelmemin be kadar uzun sürdüğünü anımsıyorum. Başkalarının aynı şekilde buna karşı çıkmış ve çıkıyor olması daha az şaşırtıcı geliyor bana. Çünkü insanın "kötülüğe", saldırganlığa, yıkıma ve dolayısıyla vahşete yönelik doğuştan gelen bir eğilim taşıdığından bahsetmek "küçük çocukların hoşuna gitmez"." Bu nasıl bir şey ya; hayran kaldım ben bu son noktaya!

"Uygarlık, kendisine karşı duran saldırganlığa ket vurmak, onu zararsız kılmak, belki de ortadan kaldırmak için hangi araçları kıllanır?.. Bireyin saldırganlık arzusunu zararsız kılacak şey nedir?.. Saldırganlık içe atılır, içselleştirilir, ama aslında gelmiş olduğu yere geri gönderilmekte, yani bireyin kendi benine yöneltilmektedir. Üstben olarak benin geri kalan bölümlerinin karşısında duran ve "vicdan" biçimini alarak, benin aslında başkalarında, yabancı bireylerde tatmin etmekten hoşlanacağı aynı katı saldırganlık eğilimini bene karşı gösteren bir ben bölümü tarafından devralınır. Katı üstben ile hakimiyeti altındaki ben arasındaki gerilime suçluluk duygusu deriz; bu, kendini cezalandırma gereksinimi şeklinde dışa vurur. Yani uygarlık, bireyin tehlikeli saldırganlık arzusunun üstesinden, bireyi zayıf düşürerek, silahsızlandırarak ve bireyin, tıpkı ele geçirilmiş bir şehirdeki işgal kuvvetleri gibi, bir iç merci tarafından gözetlenmesini sağlayarak gelir."

"Artık keşfedilmekten duyulan kaygı söz konusu olmaktan çıkar, kötülük yapmak ile kötülük yapmayı arzulamak arasındaki fark tümüyle ortadan kalkar; çünkü üstbenden hiçbir şey saklanamaz, düşünceler bile."

"Böylelikle suçluluk duygusunun iki kaynağını görüyoruz: otorite karşısında duyulan korku ve daha sonra ortaya çıkan, üstbene karşı duyulan korku. Bu korkuların ilki içgüdülerin tatmininden vazgeçmeyi, diğeri ise, yasak arzuların varlığı üstbenden gizlenemeyeceği için, ayrıca cezalandırmayı dayatır. Bunun yanı sıra, üstbenin katılığının, yani vicdanın talebinin nasıl anlaşılabileceğini de gördük. Vicdanın yaptığı, görevine son verdiği ve kısmen de yerini aldığı dış otoritenin katılığını sürdürmektir sadece. Şimdi içgüdülerin yadsınmasının suçluluk duygusu ile nasıl bir ilişki içinde olduğunu da görüyoruz. İçgüdülerin yadsınması başlangıçta dış otoriteden duyulan korkunun sonucudur; otoritenin sevgisini yitirmemek için tatminlerden vazgeçilir. Bu yerine getirildiğinde dış otorite ile, tabir caiz ise ödeşilmiştir ve geriye bir suçluluk duygusu kalması söz konusu değildir. Üstbenden duyulan korkuda ise durum farklıdır. Burada içgüdünün yadsınması yeterince yardım sağlayamaz; çünkü arzu varlığını sürdürür ve üstbenden saklanamaz. Yani içgüdünün yadsınmasına karşın bir suçluluk duygusu ortaya çıkar ve bu da üstbenin devreye sokulması, bir diğer deyişle vicdanın oluşturulması açısından önemli bir ekonomik dezavantajdır. İçgüdü yadsınmasının artık tam olarak özgürleştirici bir etkisi yoktur, erdemli feragat artık sevgi garantisi ile ödüllendirilmez. Dış mutsuzluk -dış otoriteden kaynaklanan sevgi yitimi ve ceza- tehdidinin yerini sürekli bir iç mutsuzluk, suçluluk duygusunun yarattığı gerilim almıştır."

Hadi bu paragrafı anla da özetle dedim kendime; ben yapamadım henüz; düzenli olarak okuyup özetleme alıştırması yapmak istiyorum!

"Bu ilişkiler öylesine karışık ve aynı zamanda öylesine önemlidir ki, tekrar düşecek olsam da bunları bir başka açıdan daha ele almak istiyorum. Önümüzde şöyle bir kronolojik sıra vardır: Önce dış otoritenin saldırganlığından duyulan korku sonucu içgüdünün yadsınması -sevgi yitiminden duyulan korku aslında bu kapıya çıkar; sevgi, cezanın saldırganlığından korur-, ardından iç otoritenin kurulması, bundan duyulan korku nedeniyle içgüdünün yadsınması, vicdan korkusu. Bu ikinci durumda kötü eylemle kötü niyet eşdeğer sayılır ve ortaya suçluluk duygusuyla cezalandırılma gereksinimi çıkar. Vicdanın saldırganlığı, otoritenin saldırganlığını içinde barındırır. Durum bu noktaya kadar aydınlığa kavuşmuştur; ama talihsizliğin (dışarıdan dayatılan engellenmenin) vicdanı güçlendiren etkisi, vicdanın en iyi ve en itaatkar insanlardaki sertliği nereye yerleştirilebilir? Vicdanın bu iki özelliğini açıklamış, ancak muhtemelen, bu açıklamaların temele kadar inmediği, geriye açıklanmamış bir şey kaldığı izlenimine kapılmıştık. Bu noktada nihayet tümüyle psikanalize özgü ve insanların normal düşüncelerine yabancı bir fikir işin içine girer. Bu, konumuzun nasıl olup da bize karmaşık ve karanlık görünmek durumunda olduğunu anlamamızı sağlayan bir fikirdir: Başlangıçta vicdan (daha doğrusu sonradan vicdana dönüşecek olan korku) içgüdünün yadsınmasının nedenidir, ama sonra durum tersine döner. Şimdi her yadsıma vicdanın dinamik bir kaynağı haline gelir, her yeni yadsıma vicdanın sertliğini ve hoşgörüsüzlüğünü artırır. Vicdanın oluşumunun tarihi hakkında bildiklerimizle biraz daha uyumlu hale getirebilsek, şu çelişik ifadeyi kabullenebilirdik: Vicdan, içgüdü yadsınmasının sonucudur; ya da (bize dışarıdan dayatılan) içgüdü yadsınması, daha sonra bizden başka içgüdü yadsınmaları talep eden vicdanı yaratır."

"Kendisinin ilk ama aynı zamanda da en önemli tatminlerini engelleyen otoriteye karşı çocukta, talep edilen içgüdü yadsımalarının türü ne olursa olsun, büyük çapta bir saldırganlık eğiliminin gelişmiş olması gerekir. Çocuk, bu öç düşkünü saldırganlığın tatmininden vazgeçmek zorunda kalır. Bu güç ekonomik durumun içinden, bildik mekanizmalar aracılığıyla çıkar: El kaldırılamayan otorite, özdeşleşme yoluyla içe alınarak üstben olur ve insanın çocukken ona karşı yöneltmekten mutluluk duyacağı tüm saldırganlığın sahibi durumuna gelir. Çocuğun beni, böylece alçaltılan bir otorite -babanın otoritesi- biçimini alan mutsuz bir rolle yetinmek zorundadır. Durum, sıkça olduğu gibi, tersine dönmüştür. "Ben baba, sen de çocuk olsaydın sana kötü davranırdım." Üstben ile ben arasındaki ilişki, henüz bölünmemiş ben ile bir dış nesne arasındaki gerçek ilişkilerin, arzu tarafından çarpıtılmış geri dönüşüdür. Bu da alışıldık bir olgudur. Ancak aradaki asıl fark, üstbenin kökensel sertliğinin, tamamen (ya da bir bölümüyle) insanın ondan [babadan] gördüğü ya da beklediği sertlik olmayıp, kişinin kendisinin ona karşı duyduğu saldırganlığı temsil etmesidir. Eğer bu doğru ise, vicdanın başlangıçta saldırgan bir içgüdünün bastırılması ile oluştuğu ve daha sonra da buna benzer yeni bastırmalarla güçlendiği gerçekten de iddia edilebilir."

Ya adam çok akıllı, yazmış, ben kaç kere okuyup öyle kendime mal edebileceğim inşallah!

"Ancak deneyim göstermiştir ki, çocuğun geliştirdiği üstbenin sertliği, kendisinin görmüş olduğu muamelenin sertliğini kesinlikle yansıtmaz, bundan bağımsız gibidir; son derece yumuşak bir şekilde yetiştirilen çocuk son derece sert bir vicdan edinebilir. Ama bu bağımsızlığı abartmak da hatalıdır... Bunun anlamı, üstbenin oluşumu ve vicdanın ortaya çıkışında doğuştan gelen bünyesel etmenlerin ve çevre etkilerinin birlikte etkide bulunduklarıdır."

"İnsanlığın suçluluk duygusunun Oidipus karmaşasından kaynaklandığı ve babanın kardeşler ittifakınca öldürülmesi sonucu edinildiği varsayımını terk edemeyiz. Bu olayda saldırganlık edimi bastırılmamış, gerçekleştirilmiştir; ancak, bastırılmasının çocukta suçluluk duygusu yaratacağını varsaydığımız şey de, işte bu saldırganlık ediminin ta kendisidir. Bu noktada okurun sinirlenerek şöyle bağırmasına şaşırmam: "O halde babamızı öldürsek de öldürmesek de bir, her iki durumda da suçluluk duyuyoruz! Bundan biraz kuşkulanmak yersiz olmasa gerek. Ya suçluluk duygusunun bastırılmış saldırganlıklardan geldiği doğru değil, ya da bütün bu baba öldürme hikayesi bir kurmacadan ibaret, yani ilk insanlar babalarını günümüz insanlarından daha sık öldürmüyorlardı. Ancak bu bir kurmaca değil de inanılabilir bir tarihsel bilgi ise, elimizdeki herkesin beklediği türden bir şeydir; yani insan haklı görülemeyecek bir şeyi gerçekten yaptığı için kendini suçlu hisseder. Ve psikanaliz, bu gündelik olayın açıklamasını bize yapabilmiş değildir."

Nasıl da sorumlu hissediyor yazdıklarından ve bunu yansıtıyor:

"Artık yolculuğunun sonuna varmış olan yazar, becerikli bir rehber olamadığı, kendilerini sıkıcı yollardan ve zorlu dolambaçlardan kurtaramadığı için okurlarından özür dilemek zorundadır. Şüphesiz bu iş daha iyi yapılabilirdi. Bazı şeyleri, sonradan da olsa, telafi etmeye çalışacağım."

".. suçluluk duygusunu uygarlığın gelişiminin en önemli sorunu olarak ortaya koymak ve uygarlığın ilerlemesinin bedelinin suçluluk duygusunun artması nedeniyle mutluluğun azalması olduğunu göstermek eserin amacına tamamen uygun düşer."

"Belki de burada, suçluluk duygusunun temelde kaygının topografik bir çeşitlemesinden başka bir şey olmadığı, ilerki evrelerde tümüyle üstbenden duyulan korku ile çakıştığını söyleyebiliriz. Kaygının bilinçle ilişkisinde de aynı alışılagelmedik çeşitlemelerle karşılaşırız. Bütün belirtilerin ardında bir şekilde kaygı yatmaktadır; ama kimi zaman öylesine mükemmel bir şekilde gizlenir ki, bilinçdışı bir kaygıdan ya da -eğer daha temiz bir psikolojik vicdanımız olsun istiyorsak, kaygı öncelikle sadece bir duygu olduğundan- kaygı olanaklarından bahsetmek zorunda kalırız. İşte bu yüzden uygarlık tarafından oluşturulan suçluluk bilincinin de gerçek kimliğiyle tanınmayıp büyük ölçüde bilinçdışı kaldığı ya da temelinde başka güdülenmelerin arandığı bir huzursuzluk, bir tatminsizlik olarak ortaya çıktığı pekala düşünülebilir."

"Üstben bizim tarafımızdan oluşturulmuş bir merci, vicdan ise, diğer işlevlerinin yanı sıra bu merciye yüklediğimiz bir işlevdir. Bu işlev benin eylemlerini ve niyetlerini gözler, onları yargılar ve sansürler. Suçluluk duygusu, üstbenin katılığı, vicdanın sertliğiyle aynı şeydir. Benin, bu şekilde gözlendiğine ilişkin algısıdır, kendi çabalarıyla üstbenin talepleri arasındaki gerilimin farkına varmasıdır. Bu eleştiren merciden duyulan (ve tüm ilişkinin temelinde yatan) korku, cezalandırılma gereksinimi, sadist bir üstbenin baskısı altında mazoşist olan benin içgüdüsel bir dışavurumudur; bende var olan, iç yıkıma yönelik içgüdünün bir parçası üstben ile erotik bir bağlanma kurmak için kullanılır. Bir üstben ortaya konana dek vicdandan bahsedilmemesi gerekir; suçluluk duygusunun ise üstbenden, dolayısıyla vicdandan da önce var olduğunu kabul etmek gerekir."

"Kötü bir eylemden duyulan pişmanlıktan kaynaklanan suçluluk duygusunun her zaman bilinçli olmak durumunda olduğunu, kötü itkinin algılanışından kaynaklanan suçluluk duygusunun ise bilinçdışı kalabileceğini düşünebiliriz."

"İnsan uygarlığına bir değer biçmek çok çeşitli nedenlerden ötürü yabancısı olduğum bir tavır. Uygarlığımızın sahip olduğumuz ya da edinebileceğimiz en değerli şey olduğu ve izlediği yolun zorunlu olarak bizi düşünülemeyecek bir mükemmelliğin doruklarına götüreceği şeklindeki coşkulu önyargıdan uzak kalmaya çalıştım. Kültürel çabanın amaçlarını ve kullandığı araçları gözden geçirdiğinde, elde edilen şeylerin bütün bu zorluğa değmediğini ve ortada bireyin çekilmez bulması gereken bir durum olduğunu söyleyen eleştirmene öfkeye kapılmadan kulak verebilirim en azından. Tarafsızlığımı kolaylaştıran, bütün bunlar hakkında çok az şey biliyor olmamdır; kesin olarak bildiğim tek şey, insanların değer yargılarının kesinlikle mutluluk arzuları tarafından yöneltildiği, yani yanılsamalarını savlarla destekleme çabası olduğudur. İnsan uygarlığının zorunlu niteliğini vurgulayarak, doğal seçme sürecinin aleyhine olarak cinsel yaşamı kısıtlayan ya da insancıl bir ideal kuran eğilimlerin geri döndürülemeyecek ve yönü değiştirilemeyecek gelişme süreçleri olduğunu savunan ve bunlara sanki doğal zorunluluklarmış gibi boyun eğilmesini tavsiye eden birini gayet iyi anlayabilirim."

"Bana öyle geliyor ki, insan türünün kaderini belirleyecek olan soru, uygarlığın gelişiminin, birlikte yaşamın insanların saldırganlık ve özyıkım dürtüleri tarafından bozulmasına hakim olmayı başarıp başaramayacağı ve bu hakimiyetin ne ölçüde gerçekleşeceğidir. Bu anlamda içinde bulunduğumuz dönem özel bir önem taşıyor belki de. İnsanlar doğa güçleri üzerindeki hakimiyetlerini o denli artırmış durumdalar ki, bunların yardımıyla birbirlerini son insana varana dek ortadan kaldırmaları işten değildir. Bunu kendileri de bildiklerinden, günümüzdeki huzursuzluklarının, mutsuzluklarının ve kaygılı hallerinin esaslı bir bölümü buradan kaynaklanıyor."












11 Ekim 2013 Cuma

Eşitsiz Bir Toplumda Çocukluk

Kolay olmayacağını biliyordum ama, inad ettim, yılmadım, bitirdim kitabımı.

"Çocukluk modern bir kurgudur." Yani, çocukluk her zaman var olan bir kategori değilmiş; minik yetişkin olarak algılanıyormuş çocuklar.

Araştırmacılar, yöntemleriyle birlikte yaptıkları çalışmayı ayrıntılı olarak aktarmışlar. Çalışmalarına kaynaklık eden geçmiş verileri de sunuyorlar. Mesela şu: "yoksul ailelerin ebeveynlerinin neredeyse yarısının çocuklarının gıda tüketimlerini kısmak zorunda kaldıklarını bildirmesi"

"Eşit" kavramı ne kadar anlamsız yukarıdaki veri karşısında. Kitabın cümlesi: "Türkiye'deki ebeveynlerin ekonomik durumları ya da eğitim düzeyleri çocukların yaşamlarını etkilemekte ve fırsatlar arasındaki  eşitsizlik nesilden nesile geçmektedir."

Kitapta görüşülen gençlerin bazı söyledikleri:

"Ekonomik durumumuz kötü. Ağabeyim liseye gidiyor. Ağabeyim liseye gitmeseydi ben gidecektim. 1 sene sınıfta kaldı. O yüzden devam etti. Annemler ikinizi birden gönderemeyiz diyorlar." (K, 15)

"Stilistlik okumak isterdim. Zaten çizim yaparak farklı elbiseler çiziyordum. Hayalimdeki meslek de oydu. Ama meslek lisesine gitmek istemedim. Zaten söylediğim bölüm İstanbul'da ama bana uzak. O yüzden gitmek istemedim. Hem ailemi, hem kendimi düşündüm. Yol masrafı, yemek masrafı gibi bir sürü masrafı oluyor." (K, 17).

Genç olmak çok zor; çocuk olmak çok zor :(

"Biriktirmek zor baya. Evin ihtiyaçları, annemin ihtiyaçları... Kimseden para çıkmayınca da bizden çıkıyor. 25 lira birikmiş param vardı. Annemin ilaçları bitmişti. Ben aldım." (K, 17)

Kitabın cümlesi: "Ailenin yaşadığı ekonomik sıkıntıların çocukları, çalışma hayatını erken yaşta düşünmeye ittiği ve bu konuda sorumluluk ve suçluluk hissettiklerini bize göstermiştir."

Ama bu yük bir çocuk için çok fazla :(

Bir de bizde bir veri sıkıntısı var; "Türkiye'de genel olarak intihar istatistikleri toplanmakla birlikte, çocuk ve gençlere ilişkin intihar riski verileri bulunmamaktadır - imza OECD 2009.", "Okullarda sigara ve madde kullanımı konusunda Türkiye'de ulaşılabilir bir veri bulunmamaktadır."

Gençlerimizi evde nasıl çalıştırdığımızın resmi:

"... kardeş bakımı, evi toplamak, yemek yapmak ders yapacak hal kalmıyor." (K, 15)

Ha bu arada ayrımcılığı unutmayalım:

"Benim abim olduğu için oluyor, o dağıtıyor, ben de 'biraz da o toplasın' diyorum. O dışarıda geziyor kızlarla. Annem de 'sen kızsın' diyor." Kızları kız oldukları için bunu hak ettiklerine inandırıyoruz; bunu da evin hanımı yapıyor; bu ne yaman çelişki güzel Allahım!

"Ağabeyim isteyince para verir. Ben isteyince annem vermiyor bana." (K, 15).

Ya çalışan çocuklar:

"Çünkü çok bunaltıcı bir yer. Her tarafın toz içinde oluyor. Pis, pasaklı oluyorsun. Her akşam duş yapmak zorundasın. O tozlar burnundan girip boğazında birikmiş oluyor. Doktora gitsen bu ne derler. Ağzına bir bez bağlayamıyorsun düşün yani. Ben orada hasta oldum."

"Ben 12 saat ayaktayım. 2 dakika bile oturamıyorum." (K, 17)

"Yani zor yerleri çok zaten. Şimdi sabah gidiyorsun, akşam geliyorsun, hemen geçiyor vakit anlamıyorsun. Ya bir gün tatil yapıyorsun ya iki gün. Onu da dinlenmekle geçiriyorsun zaten, bir şey anlamıyorsun." (E, 13)

Bu eziyeti 13 yaşında yüklenmek; ben hayal dahi edemiyorum; o gerçekliğini yaşıyor.

Dayağa şerbetli halimiz verilere de soru işareti şeklinde yansımış: "Okulda çocuklara yönelik şiddet ve zorbalık konusunda Türkiye en kötü durumdaki ülke (OECD, 2009). Bu oran Türkiye'de %25, OECD ortalaması %11. Aynı raporda okulu seven çocukların oranının en yüksek olduğu ülke de Türkiye. Yani öğrencilerin en fazla zorbalığa ve şiddete uğradığı ülke, aynı zamanda çocukların okulu en çok sevdiği ülke olarak görünmektedir."

Bu görüşmeler de dikkat çekici bence; benim öğrendiğime göre, birine yansız soru sormak istiyorsak, onu belli bir yanıta zorlayan soru sormamamız lazım; bu kötü soru tipi güdümlü soru; bakalım aşağıda kaç tane birden bulacaksınız:

G: Neden okulu bıraktın?
Ç: Zorunlu olarak. Atıldım ben. C. diye bir arkadaşım vardı, onunla tanıştım. Birbirimizi bulduk.
G: Sadece arkadaştan dolayı mı bıraktın? Başka hiç bir faktör yok muydu? Ailen seni destekliyor muydu mesela? Okulda problem yok muydu?
Ç: Hayır arkadaştan.
G: Arkadaş çevresi çok önemli değil mi?
Ç: Evet. Arkadaş çevresinden çok en yakın arkadaş önemli. Bizim yaşımızdakiler için babadan daha önemli. Daha fazla vakit geçiriyoruz." (E, 17)







22 Eylül 2013 Pazar

Cani mi Masum mu?

Osmanlı'nın polisiyesi olabileceğini hiç düşünmemiştim. Bakınca, bir dili terk edince, unutulmuş nice polisiyemiz vd. olabileceğini düşündüm. Üzücü bence, geçmişten bihaber olmak.

Bihaber demişken, tabi bu kitapta Osmanlıca sözcüklerle çok sık karşılaştım. Ne mi oldu? Bi baktım, gündelik hayatımda temaşa etmek fiilini kullanmışım. Bu çok tehlikeli baktığında. Behzat Ç'de, Harun'un İngilizce konuşan vatandaşlara "anama mı küfrediyon" diye kızması benzeri şeyler olabilir, aman dedim, öğrendiklerimi kullanmayayım.

Edebiyat şaheseri şu cümleye bakınız:

"Mağrur ısırganlar arasında büyümüş mahcup bir menekşe idi."

Yazar da okurla konuşur gibi yazmış;

"Gümence İstasyonu'na karib bir mevkide, Vardar Nehri kenarında, güzel bir ağaçlık arasına bina edilmiş olan o latif evceğizi elbet unutmadınız!
Hani ya, bir sene evvel Refik Bey Kayalı Çiftliği'ne gitmek için Vardar'dan geçit bulamayarak ilticaya mecbur kalmış olduğu mühendis evceğizi! Hatırınıza geldi ya! İşte yine bu ...."

Her ne olursa olsun, gerçekçi ve kapitalist bir bakış açısı kendini iyiden iyiye hissettiriyor:

"Fakat Refik Bey'in konağı nerede? Otelde ikamet eden Refik Bey'in bir de konağı olduğunu bilmiyoruz! diyeceksiniz. Refik Bey'in parası olduğunu bilirsiniz ya! Parası olanların pek kolay bir konak sahibi olabileceğini teslimde tereddüt etmezsiniz. Para, o mucizekar maden parçaları nelere muktedir değildir!"


mirat: ayna.

menfa: sürgün olma durumu.

telif: özgün biçimde oluşturulan.

cihet: yön, taraf.

latif: yumuşak, hoş bir güzelliği olan.

letafet: güzellik, hoşluk.

tedricen: gitgide.

kıranta: saçları ağarmaya başlamış erkek.

şayeste: uygun, yakışır.

iştiha: iştah.

itmam: tamamlama.

izhar: belirtme, gösterme.

istifsar: anlamaya çalışma, sorma.

iktifa: yetinme.

nihan: gizli.

bahusus: özellikle.

muazzez: saygı duyulan.

tahkir: aşağılama.

muzlim: karanlık.

şimendifer: demiryolu.

mahut: bilinen.

zulmet: karanlık.

inayet: iyilik.

kerime: kız evlat.

mefkure: ülkü, ideal.

hatime: sonuç.

meyus: üzgün.

ıtlak: genelleme.

vahi: boş, saçma.

temellük: kendine mal etme.

meserret: sevinç.

tecviz: izin verme.

isal: ulaştırma.

ifham: bildirme.

şetaret: sevinç.

izhar: belirtme.

tarh: çiçek dikmeye ayrılmış yer.

temessül: benzeşme.

ihtizaz: titreşme.

ittihaz: sayma, tutma.

cevelan: gezinme.

cesim: büyük.

rüfeka: arkadaşlar.

tekellüf: güçlüğe katlanma.

nermin: nazik.

menhus: uğursuz.

fevk: üst.

sahavet: cömertlik.

sahih: gerçek.

elan: şimdi.

ikrar: açıkça söyleme.

taharri: arama.

taalluk: ilgisi olma.

tasdi: can sıkma.

tehalük: can atma.

vusul: ulaşma.

mütehayyir: şaşmış.

tebriye: temize çıkarma.

istirdad: geri alma.

badehu: ondan sonra.

tenvir: aydınlatma.

sirkat: hırsızlık.

tadat: sayma.

tebdil: değiştirme.

dilber: alımlı, güzel kadın.

intiha: sona erme.

7 Eylül 2013 Cumartesi

sol, sinizm, pragmatizm

Dünyaya soldan mı sağdan mı bakıyorum, henüz kararımı veremedim. Ama solun ne yaptığını merak ediyorum. Hem entelektüel gelişim söz konusu olduğunda yararlı olabilecek bir kaynak, hem de bu olmasaydı da, iddiası büyük: halkın yararını en üst düzeyde savunmayı görev edinmiş durumda.

Aslında, dünyaya sadece sağdan ya da soldan bakmaya karşıyım, bu arada, bu notu düşmeliyim. Çünkü, sadece sağdan ya da sadece soldan bakıp karşı tarafı anlamaya çaba harcamamış olanların konuşmalarından ve yazılarından sıkılıyorum, elimde değil.

Yazar, solun, dünyayı değiştireyim derken, bunun kolay olmayacağını gördüğünde kapıldığı umutsuzlukla bağlantılı olarak sinik bir tavra büründüğünü belirtiyor. Sinik.. Bence umutsuzlukla bağlantılı, bu benim yorumum. Bir şeyi başaramayacağını anlar gibi olduğunda hani böyle alay edercesine bir tavır takınır ya insan..

Ona göre: "solun yoksullarla konuşmak gibi bir sorunu olmalı; dinlemeyi içeren bir pratik olduğu şuuruyla yapılmalı bu konuşma; yani öğrenen bir konuşma olmalı- ki bu aynı zamanda yoksulların da konuşmayı öğreneceği bir deneyim olabilsin."

Yazar, şöyle anlatıyor sinik tutumu: "Sinik tutum, bireysel/orijinal bir "tutunamayan"ın hali olmaktan çıkmış, kitle kültürünün anonimliği içinde yayılmıştır. Modern sinikler, "entegre olmuş asosyal"lerdir."

Yazar, akademisyen camiasını, duymak istemeyeceği gerçeklerle uyarıyor: Sadece unvan odaklı bir çalışma programından, öğrenciyi ikinci plana atma tutumuna kadar. Çalışmanın güç kaynağının merak duygusu olmasının, çok da rastlanmayan bir durum olduğunu söylüyor bence.

İlgimi çeken bir husus da, şiddeti bir başka açıdan anlatması bir yerde. Şiddetin tanınma talebi anlamına gelebileceği yazıyor burada. Haklı olabilir bence.

Yazar, entelektüel olma durumunun medyadan nasıl etkilendiğini de ele almış. Burada dikkatimi çeken kavram: konuşma ifradı. Bu günlük hayata da yansımış bir durum bence: ne olursa olsun, içeriğin niteliğini göz ardı ederek konuşma. Burada mühim olan, konuşuyor olmak.

Zamanımızın iletişiminde dinleme olayının pek önemsenmediğini şu sözler bence çok güzel anlatıyor: pusu susuşu. Bu ne anlama geliyor: ""ben sizi dinledim ama" meşruiyetini koparabilmek uğruna dişini sıkıp berikinin sözünün bitmesini beklemek." Yaptığımızı bundan güzel anlatan bir cümle görmedim şimdiye kadar.

Yine, bu kitapta da, ne çok sözcüğün anlamını bilmediğimi gördüm; hayırlı olsun:)

gayz: öfke, hınç.

tefrik: ayırma, ayırt etme.

rayiha: güzel koku.

tahdit: sınırlama, çevreleme.

avadan: araç, aygıt.

sahih: gerçek, doğru.

tereke: miras.

şedit: şiddetli.

cehd: çaba.

zilyet: sahibi kendisi olsun olmasın bir malı kullanmakta olan, elinde tutan kimse.

galiz: kaba ve çirkin.

madun: alt, ast.

mutazarrır: zarar görmüş.

teşmil: genişletme, yayma.

mukayyet: bağlanmış.

zübde: öz.

irca: eski biçimine çevirme.

varit: olabileceği akla gelen.

niza: kavga.

tavsif: nitelendirme.

sarih: açık, belirgin.

rasat:  gözlem.

iktifa: yetinme.

behemehal: mutlaka.

maişet: geçim, geçinme.

tebellür: belirme.

müptezel: saygınlığını yitirmiş.

akim: kısır, verimsiz.

takaddüm: öncelik.

kanava: hendek.

tedrici: yavaş yavaş.

huruç: çıkma, çıkış.

mümeyyiz: ayıran, seçen.

takdis: kutsal sayma.

tedhiş: yıldırı.

sıyanet: koruma.

tahkimat: savunma sistemleri.

tenkil: uzaklaştırma.

temellük: kendine mal etme.

hamaset: yiğitlik, kahramanlık.

ihtiram: saygı.

asri: çağdaş.

kavi: dayanıklı.

zebun: dayanıksız.

tevcih: yöneltme.

insiyaki: içgüdüsel.

huşunet: sertlik, kabalık.

mahdut: çevrilmiş, sınırlanmış.

kuvve: yeti.

izale: yok etme, giderme.

inhisar: tek başına  sahip olma.

ufunet: pis koku.

saik: sebep.

meskenet: miskinlik.

beşuş: güleryüzlü, şen şakrak.

insicam: düzgünlük, tutarlılık.

atıfet: iyilik, bağış.

tikel: kısmi.

teslis: üçleme.

telif: uzlaştırma.

mesel: örnek alınacak söz.

siftinmek: oyalanmak.

palyatif: geçici.

müesses: kurulmuş.

mümeyyiz: iyiyi kötüyü seçen.

mütemmim: tamamlayan.

berkitmek: sağlamlaştırmak.

mutasavver: tasarlanmış.

mahut: bilinen, adı geçen.

tecessüs: anlama merakı.

tecezzi: parçalara ayrılma.

minval: biçim, tarz.

muharrir: yazar.

amil: etken.

serencam: akıbet.

fiktif: itibari: gerçekten öyle olmadığı halde öyle sayılan.

tuba: Cennette bulunduğuna inanılan, kökü yukarıda, dalları aşağıda büyük bir ağaç.

namütenahi: sonsuz, ucu bucağı olmayan.

fesahat: Kurallı, etkileyici, heyecan verici, inandırıcı, sanatlı söz söyleme.

mündemiç: içkin.

hassa: özellik.

matuf: bir yöne eğilmiş.

irat: gelir.

teşrih: Bir sorunu veya konuyu ele alıp en ince noktalarına kadar gözden geçirerek anlatma, açımlama.

netameli: Gizli bir tehlikesi olduğu sanılan, tekin olmayan.

tevekkeli: boşuna, sebepsiz.

muteber: saygın.

tedricen: azar azar.

mevkute: Belli zaman aralıkları ile çıkan yayın, süreli yayın, periyodik.

belagat: İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği.

kağşamak: eskimek.

tedhiş: yıldırı.

serazat: serbest, özgür.

mütekamil: olgunlaşmış.

teşrik: Yaptığı bir işe bir kimseyi ortak etme.

kuvve: düşünce, niyet.

malumatfuruş: bilgiçlik taslayan.

allame: çok bilgili.

izlek: keçi yolu, patika.

nekes: cimri.

anafor: girdap.




31 Ağustos 2013 Cumartesi

gri gölgeler arasında




                                        2. Dünya Savaşı sırasında Litvanyalılara yapılanlar.

13 Ağustos 2013 Salı

tembellik hakkı

 


Bu başlığı görünce, ne yaparsınız? Tabi ki bu adam ne diyor dersiniz! Adam haklıymış. Her ne kadar, arada bir aşırı çalışma sevdalısı olsam da, adam ikna edici yazmış. Mantık şu; çalışanlar aşırı çalıştığı için yoksul oluyorlar. Bu bizim anlayabileceğimiz bir mantık mı bu çağda? Hayır bence değil. Düzen şu an, öğle tatillerinde uyuyan insanların bulunduğu, çalışma saatleri az olan ülkelerin battığını düşündüren bir düzen. Adam haklı olsa da bugün değil. Herkese yetecek kadar iş yok. İşsizlik diye, somut bir gerçeklik var ve adam diyor ki, herkes günde en fazla 3 saat çalışırsa her şey yoluna girecek. Ben kesin bir sonuca varamadım. Ama bazen kafada bir soru işareti bulunması emin olmaktan daha iyidir.

Şu sözlere bakın bir hele:

"Ürettiğimiz tüm mallar, sürümleri kolay olsun ve az ömürlü olsun diye bilerek gelişigüzel yapılıyor. Bizim çağımıza sahtecilik çağı denecektir; tıpkı insanlığın ilk dönemlerine ürünlerinin nitelikleri göz önünde bulundurularak taş çağı veya bronz çağı dendiği gibi."

Muslin:  Sık dokunmuş, parlak, ince, yumuşak bir tür kumaş (tdk).

Sefih: Zevk ve eğlenceye düşkün, uçarı (tdk).

Partal: Çok kullanılmaktan yıpranmış  (tdk).






9 Ağustos 2013 Cuma

ömür boyu esenlik



Bu eser, mantıken çok saçma gelse de, benim bu çağda hissettiğim ve gözlemlediğim bir olgudan bahsediyor: Çevrede bir mutluluk pazarlaması var; mutluluklarımızı yarıştırıyor; adeta daha mutlu olmayı amaçlıyor ve daha mutlu olduğumuzu ispatlamak için mutlu olmayı istiyoruz.

Hepimiz mutlu olmayı istiyoruz? Ama mutlu olduğumuzu nasıl biliriz? Burada işimizi kolaylaştıran bir ölçüt, yazara göre şu; insan kendi kendine mutlu olup olmadığı sorusunu sorduğunda, zaten mutlu değildir.

Yazar, mutluluk ile ilgili etraflıca düşünmüş ve onun birincil amaç olarak arkasından koşulmasını yanlış buluyor. "Mutluluk, ikincil amaçlara doğru ilerlerken rastlanan ya da rastlanmayan bir dolaylı sanat olarak kabul edilmek yerine, hemen ulaşılabilen ve destek reçetelerinde sunulan bir hedef olarak öneriliyor." Karşı çıktığı bu.

Bu noktada "sıkılma" kavramına da uğrayan yazar, "sıradanın altındaki şaşırtıcı güzelliği meydana çıkarmak gerekiyor. Sıkıcı olan asla gerçeklik değil, benim bakışım" diyor. "Sıkıntı olmadan, şeylerin tatsızlaştığı zamana ilişkin bu uyuşukluk olmadan, kim bir kitabın kapağını açacak, doğduğu şehri tek edecekti?" diye soruyor.

Ayrıca, bugün "neden mutlu değilim" duygusuyla kendini kötü hissedenlere, "hayat her zaman, her şeyden önce bir vaattir, bir program değil" diyor.

Ek olarak, bizim önceki nesillerden farkımızı şöyle yorumlaması dikkatimi çekti: "Değişen, önceki nesillere oranla daha çok sayıda felaket yaşıyor olmamız değil, bunlara karşı ruhsal hazırlıksızlığımızdır."

Yazarın vardığı sonuca göre, "mutluluk, ancak başka bir şey ararken karşımıza çıktığına göre, her zaman ve her yerde ikinci planda tutulmalıdır."


Kateşizm: Hristiyanlıkta dini törenlerde kullanılan ritüellerin ve uygulamaların, duaların ve ilahilerin retorik olarak öğretilmesi işi. (vikisözlük)

Mezamir: Makamla okunan Zebur sureleri. (tdk)

Takdis: Kutsal sayma, kutsama. (tdk)

Ekorşe: İnsan ya da hayvan figürünü, kas yapısını göstermek amacıyla derisi yüzülmüş olarak betimleyen anatomik çizimdir. (uludağ sözlük)

Heteronomi: İmmanuel kant'a gore otonomi'nin tam tersidir. Tam anlami groundwork for the metaphysics of moralsda; 'insanin kendi secmedigi tutku veya arzulara gore davranmasi', diye gecer. otonomiyi ise ayni calişmada Kant, insanin kendi belirledigi kurallara gore davranmasi olarak tanimlar. (ekşisözlük)

Otarşi: Yurdumuzda yerli malı haftası aracılığı ile yıllarca propagandası yapılmış ekonomik anlayış.(ekşisözlük) Bir ülkenin kendi kendine yeterliliği (vikisözlük).

Kitsch: Var olan bir tarzın aşağı bir kopyası olan sanatı sınıflandırmak, ifade etmek için kullanılan Almanca bir terimdir. (vikipedi)

Alegori (Yerine): Bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını sağlamak için göz önünde canlandırıp dile getirme sanatıdır. Soyut bir düşünceyi heykel ya da resim ile göstermek, örneğin adalet düşüncesinin gözü bağlı ve elinde terazi bulunan bir kadınla(Themis) anlatılması gibi.
Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hacib) Türk yazınındaki alegorik yapıtlardandır. "Adalet", "Saadet", "Devlet" ve "Akıl" iyi bir devletin nasıl olması gerektiğini tartışır. Bu soyut kavramların insan niteliği ile verilmesi "yerine"dir. Daha çok fabl'larda görülür. (vikipedi)

Parya: Herkes tarafından hor görülen ve aşağılanan kimse, ayaktakımı (tdk).

Esrime: Sarhoş olma işi (tdk).

Homeopati: Bir hastalığın, hastalık belirtilerini sağlam bir insanda ortaya çıkarabilecek maddelerin çok düşük dozlarda hastaya verilmesiyle tedavi edilebileceği inancına dayanan bir alternatif tıp yöntemidir. İlk olarak Samuel Hahnemann (1755-1843) tarafından 1796 yılında uygulanmaya başlanmış olan homeopatide, ilaçlar arka arkaya defalarca seyreltilerek hazırlanır. Seyreltme işlemi sonunda ilaç, genellikle aktif maddeden bir adet molekül bile barındırmaz (1 birim aktif madde 1030 birim suya eklenir, yani ilacın içerisinde 1 adet molekül barındırma şansı kabaca milyonda 1'dir). Seyreltme işlemi nedeniyle Homeopatik ilaçların farmakolojik herhangi bir etkisi yoktur.
Homeopati'nin plasebo etkisi dışında bir faydası olduğu bilimsel ve klinik olarak kanıtlanamamıştır. Homeopatik ilaçlar genellikle herhangi bir aktif madde barındırmadıkları için zararsız kabul edilirler. Fakat bu ilaçların geleneksel tıbbın yerine kullanılması hastaları tehlikeye atabilir.Homeopati alternatif tıp kategorisine giren bir tedavi çeşididir ve kullanılmadan önce mutlaka uzman bir hekime başvurulması gerekir (vikipedi).

Allopati: Savaşılması gereken hastalığın belirtilerine karşıt belirtiler meydana getiren ilaçların verilmesini öngören ve en çok kullanılan tedavidir. Örnek vermek gerekirse: yanık yarasına buz basmak (ekşisözlük).

Gulag: Sovyetler Birliği hükümeti aracılığı ile yönetilen akronimiyle oluşan cezai çalışma kampları sistemi. Sovyet rejimi karşıtı unsurların (politik suçlu) hızla kovuşturulması ve toplumdan soyutlanması için 25 Nisan 1930 tarihinde kurulan bir tür yargı ve infaz sistemidir. Zaman içinde Sovyetler Birliği'nin birçok yerinde çok sayıda çalışma kampını da bünyesinde barındırır olmuştur. Batı dünyası Gulak kavramını ilk kez Aleksandr Soljenitsin'in Gulag Takımadaları kitabıyla tanıdı(vikipedi).

İdil: Kır yaşamı içinde aşk konusunu işleyen kısa şiir (tdk).

Senkretizm: Terim, Oxford İngilizce Sözlüğü tarafından basit bir şekilde "farklı din, kültür veya düşünce okullarının birleşimi" olarak tanımlanırken, Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük'te "Birbirinden ayrı düşünce, inanış veya öğretileri kaynaştırmaya çalışan felsefe sistemi" olarak tanımlanmıştır. Kültürel bir fenomen olarak senkretizm, edebiyat, müzik, mimarî, temsilî sanatlar ve diğer kültürel ifadelerde de gerçekleşebilir. Bununla birlikte eklektizmden farklıdır. Ayrıca senkretik siyasetten de söz edilebilirse de siyasî sınıflandırma açısından bu bağlamda terimin anlamı biraz daha farklıdır (vikipedi).

Leitmotiv: Edebiyata müzik alanından geçen bir kavramdır. Esası, bir müzik parçasının tekrarlanan nakaratıdır. Edebiyatta, özellikle roman sanatında rağbet gören teknik bir unsurdur.
Romanın değişik bölümlerinde, çeşitli nedenlerle- vesilelerle tekrarlanan ifade kalıbıdır.
Peyami Safa'nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda Nüzhet'in kahkaları, Yalnızız romanında "çay iç" cümlesi, Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanında Olric'in "efendim" ifadesi, Turgut'un "bat dünya bat" sözü birer leitmotiv örnekleridir (vikipedi).

6 Ağustos 2013 Salı

capon çayevi



Bir kitabın sonuna kadar, "seni asla unutmayacağım Nuridin" diye sürünüp, tam biterken kahraman antikahramana dönüşüyor; tuhaf bir duygusuzluk kaplıyordu içimi. Hayır, o benim kahramanım değildi!!!

Bu kitaptan öğrendiğim sözcüklere gelince (tdk):

Serapa: Baştan başa.

Uzlet: Toplum yaşayışından kaçıp tek başına yaşama.

Kılağı: Taş üzerinde bilenen bir kesici aracın keskin yüzüne yapışan ve aracın iyi kesebilmesi için, yağlanmış yumuşak taşla kaldırılması gereken çok ince çelik parçaları, zağ.

Münhal: Boş olan, açık bulunan (memuriyet vb.), boş, açık.

Pomak: Rumeli'de Bulgarca konuşan bir Türk ve Müslüman topluluğu.

Saraka: Alay, istihza.

Velespit: Bisiklet.

İşmar: El, göz veya baş ile yapılan işaret.

İfrat: Herhangi bir konuda çok ileri gitme, ölçüyü aşma, aşırı davranma, taşkınlık, tefrit karşıtı.

Kavil: Sözleşme, anlaşma.

Satirik: Yergi ile ilgili, yergi niteliğinde olan.

Mufassal: Ayrıntılı.

Çakar: Denizde, açığa veya kıyılara yerleştirilen, düzenli aralıklarla ve sürekli belirli aralıklarla yanıp sönen küçük fener, şimşekli fener.

Hızar: Tahta ve kereste biçmeye yarayan, elektrik ve su gücüyle çalışan büyük bıçkı.

Mukallit: Taklitçi.

İcar: Kira.

Takiye: Olduğundan farklı görünme.

İhsas: Üstü kapalı anlatma, sezdirme, ima.

Yalaz: Alev.

Peşkir: Genellikle pamuk ipliğinden dokunmuş ince havlu.

Acul: Aceleci.

Palikarya: Rum.

Şetaret: Sevinç, şenlik, neşe.

Güllabi: Akıl hastanelerindeki hademe, güllabici, deli güllabicisi.

Herze: Saçma söz, zevzeklik.

Abani:  Genellikle sarık, bohça, kundak ve yorgan yüzü yapımında kullanılan, zemini beyaz, üzerinde safran renginde nakışlar bulunan ipek kumaş.

Mukassi: Sıkıntılı.

Rint:  Gönül eri.

Niza: Çekişme, bozuşma, kavga.

Tediye: Para vb. bir şey verme, ödeme.

Behemehal: Her hâlde, ne olursa olsun, ne yapıp yapıp, mutlaka.

İstihkak: Hakkı olma, hak kazanma.

Terebentin: Kozalaklılardan ve bazı ağaçlardan ya kendi kendine ya da ağacın çizilmesiyle akan, yağlı boya, yağlı vernik üretiminde ve inceltilmesinde kullanılan, ince, renksiz, kokulu reçine, terementi.

Ünsiyet: Alışkanlık.

Sakil: Çirkin, kaba, uyumsuz.

Koyak: Vadi.

Çıfıt: Hileci, düzenbaz.

Rayiç: Bir para biriminin veya malın satış ve sürüm değeri.

Kurna: Hamam ve banyolarda musluk altında bulunan, içinde su biriktirilen, yuvarlak, mermer, taş veya plastik tekne.

Müstahkem: Belirtilmiş, tahkim edilmiş, sağlamlaştırılmış.

Selaset: Akıcılık.

Mabat: Bitmemiş yazı, roman vb.nde arka, devam.

Güğüm: Yandan kulplu, boynu uzun, genellikle bakırdan su kabı.

Kerteriz: Bir yerin nerede bulunduğunu pusula ile ölçme.

Payan: Son, sonuç, nihayet.

Velense: Yüzü uzun tüylü, kalın ve ağır battaniye.

Muvakkit: Güneşe bakarak namaz vakitlerini bildiren kimse.

Tahnit: Bozulmaması için ölüyü ilaçlama.

Yelyepelek: telaşla, hızlıca.

Fend: ustalık, kurnazlık.

Külhan: Hamamları ısıtan, hamamın altında bulunan kapalı ve geniş ocak, cehennemlik.

Tilmiz: Öğrenci.

Fertik: Kaç, uzaklaş, sıvış; tamam, bitti” anlamlarında kullanılan bir seslenme sözü.

Naçar: Çaresiz, zavallı, düşkün.

Sayeban: Gölgelik.

Taravet: Tazelik.

Çalyaka: Yakasına yapışıp sıkıca tutarak.

Melun: lanetlenmiş.

Teres: Aşağılık anlamına sövgü sözü.

Ayrıca, ne düşüneceği konusunda merakını kendi zihninde gideremeyen bir çok kişi için, şu söz de iyi gider:)

"Kendisini tamamen felsefeye vermiş fakat ne düşüneceğine karar vermemiş olmakla birlikte filozofluğunu ilan etmişti."

baba ve piç




Bir roman oluşturanın zekasına saygı duyacağımı bu labirent gibi romanda öğrendim.

1 Ağustos 2013 Perşembe

mezopotamya ekspresi

Tarih, kim yazıyorsa, onun sunduğu bir gerçeklik; bu kitap da bu fikri güçlendirdi bende. E o zaman okumayalım mı? Hayır, farklı yorumlardan haberdar olmak iyi geldi.

Bu kitapta karşıma çıkıp varlıklarını ilan eden sözcükler:) (tdk'ya göre aktarıyorum)

Tariz: Kapalı bir biçimde, dolaylı olarak söz söyleme, taşlama

Enigma, gizem veya bulmaca anlamına gelen Yunanca bir kelimedir (vikipedi'den; tdk, bu sorgulama sonucunda hırs yaptı ve aramayı bırakmadı; ama bulamadı tabi:)

Sui generis  yeni türetilmiş Latince bir deyiştir. Türkçe'de tam olarak, kendine özgü, nevi şahsına münhasır gibi sıfatlarla karşılanabilir. Kendine özgü özellikleri olan ve başka bir örneği olmayan nesne ya da olayları anlatmak için kullanılır.(vikipedi)

İndifa: Başkaldırma, isyan etme, ayaklanma

Gambit, bir satranç terimidir. Daha iyi bir mevki kazanmak için bir oyuncunun bir veya birkaç taşı feda etmesi anlamına gelmektedir. Satranç dışında da hesaplı bir hareket, bir tür hile anlamlarında da kullanılır.(vikipedi)

İrticalen: doğaçlama.

Otokton: yerli

Tenkil: uzaklaştırma

Müteaddit: birçok.

Her gün yaşadığımız gerçekliği şu sözde bulduğum için sevindim ve sunuyorum:

"Otobüs şoförleri neyin ne olduğuna dair keskin bir kavrayışı, Nobel ödülü sahiplerinden daha fazla ortaya koyabilirler." Michael Ignatieff

Kavrayış, birilerine özgü bir ayrıcalık değil ki; kimden neler öğrenebileceğimizi bilemeyiz. Algı kanallarımız her daim açık ola!