21 Aralık 2014 Pazar

Sakız Sardunya



İnsan olmaya dair bildiklerimizi hep çocukken başlıyoruz öğrenmeye. Ama bazı kişiler, sonradan anlatacaklarını seziyorlar bence.

Bak paşa çayı:)

"Bak bunun adı paşa çayı, dedi anneannesi. Az çay, bol su, biraz da bal.

Kızlara paşa çayı olur mu hanım, dedi dedesi gülerek. Kızlardan paşa olmaz ki.

Doğru, onunki peri çayı olsun o zaman."

Hele şuna bak:

"Bu kadar çok yemeği nasıl yiyecekler?

Yemeseler bile çıkarmak gerek.

Neden?

İkram evladım. Komşularına ne kadar fazla ikramda bulunursan o kadar değer veriyorsun demektir. Sadece iki çeşit çıkarırsan, bu ne anlama gelir?

Bilmem.

Sana önem vermiyorum anlamına gelir! Ayıp olur.

Sakız Sardunya'nın kafası karışmıştı. - Ama siz bana her zaman, yemek artırmayalım, günah olur, dersiniz. Bu kadar yemeği yiyemeyeceklerine göre artacak, yazık günah değil mi?

Anneannesi durakladı - Bu kadar akıllı olma evladım, dedi gülerek."

Dedesinin şu kaçısı var ya, eve kadınlar doluşmadan önce canım babamın kaçışını anımsattı:

"Dedesi Kahraman Bey şapkasını, bastonunu alıp kahvehaneye gitmişti. Çıkmadan önce göz kırparak -Ben kaçıyorum evladım, sen de kendini kurtar, demişti şakadan."

Şu  sinemasal betimleme aynı zamanda nasıl böyle gerçekçi olabiliyor:

"Sakız Sardunya yavaş adımlarla salonun ortasına doğru ilerledi. Kadınlar ve çocuklardan oluşan topluluk merakla ona bakıyordu. Hatta kucaktaki bebek bile ağlamayı kesmiş, onu seyrediyordu."

Yaa cadı klişesi de bitti:

"Siz çocuksunuz, ben de cadıyım. Demek ki size kötü davranmam gerek.

Yani yapmak istemediğin bir şeyi sırf senden öyle beklendiği için yapacaksın, öyle mi, dedi Sakız Sardunya.

Cadının aklı karışmıştı. - Evet!

Cadı da olsan değişebilirsin. Eğer gerçekten istersen, nazik biri olabilirsin.

Nazik olursam kendim olamam; cadılar kötüdür.

Sırf diğer cadılar fena diye sen de öyle olmak zorunda değilsin. Sen farklı birisin. Senin ayrı bir beynin, kişiliğin var.

Ben aslında kimseye kötülük yapmak istemiyorum. Sonra bütün çocuklar benden nefret ediyor. Halbuki ben sevilmek istiyorum. Cadı olmak çok zor.

O zaman sen de fenalık yapmayı bırak.

Hmm.. Belki minicik bir kötülük yapabilirim."


14 Aralık 2014 Pazar

Cahil Hoca


Anlamak kolay değil. Ben en baştan özetleyeyim: Yazara göre, bir kişi, herhangi bir kişi, kendisinin bilmediği bir şeyi diğer birine öğretebilir. Bu, statülerine tapan kişiler için çok korkunç bir ütopya ama, yazar buna öyle inanmış ki, bence akılda bulundurmaya değer.

"İnsan evlatlarının en iyi öğrendiği şey, hiçbir hocanın onlara öğretemeyeceği ana dilleridir. Çocuklarla konuşuruz, onlar etraftayken konuşuruz. Onlar da duyup kaparlar, taklit edip tekrarlar, yanılıp kendi kendilerini düzeltirler, şans eseri başarıp yöntemli olarak baştan alırlar: Açıklayanların onlara bir şey öğretemeyeceği kadar küçük yaşta, hepsi -cinsiyetleri, toplumsal durumları ve derilerinin rengi ne olursa olsun- anne ve babalarının dilini anlayıp konuşmaya kadirdir."

"Derken, dili açıklamayan hocalardan konuşmayı kendi zekasıyla öğrenmiş çocuk, kelimenin gerçek anlamıyla öğrenim görmeye başlar. Artık şimdiye kadar kendisine hizmet etmiş zekanın yardımıyla bir şey öğrenemeyeceği varsayılır; öğrenme ile doğrulama arasındaki özerk ilişkinin artık yabancısıdır sanki. İkisi arasına bundan böyle bir matlık girmiştir. Anlamak gerekiyordur. Sadece anlamak kelimesi bile her şeyin üstüne bir örtü atar: Anlamak çocuğun bir hoca olmaksızın, ileride de -belli bir ilerleme sırası içinde sunulan- anlaşılacak konulara göre hocalar olmaksızın artık yapamayacağı bir şeydir."

"Açıklayana dayalı sistemin mantığını yıkmak lazım. Anlama konusundaki kapasitesizliği tedavi etmek için açıklamaya ihtiyaç yoktur. Aksine açıklayana dayalı dünya tasavvurunu yapılandıran kurmaca, işte bu kapasitesizliktir. Anlayamayanın açıklayana değil, açıklayanın anlayamayana ihtiyacı vardır; anlayamayanı bu vasfıyla kuran, var eden o açıklayandır. Birine bir şeyi açıklamak, her şeyden önce, ona kendi başına anlayamadığını göstermek demektir. Açıklama, pedagogun edimi olmazdan önce, pedagojinin mitidir- bilgin zihinler ve cahil zihinler, olgun zihinler ve toy zihinler, anlayabilen ve anlayamayan, zeki ve aptal şeklinde ikiye bölünmüş bir dünya meselidir."

"Bir zekanın bir başka zekaya tabi kılındığı yerde aptallaşma vardır."

Yani kendi zihnimizi kullanmadıkça aptallaşıyoruz.

"Öğrenciyi özgürleştirirsek, yani onu kendi zekasını kullanmaya zorlarsak, hoca bilmediğini öğretebilir. Bir zekayı, ancak içinden çıkmayı kendine zorunlu gördüğü takdirde çıkabileceği, keyfi bir çembere kapatandır hoca dediğimiz. Cahili özgürleştirmek için insanın kendisinin özgürleşmiş olması, yani insan zihninin gerçek gücünün bilincinde olması gerekli ve yeterlidir. Hoca cahilin yapabileceğine inanır ve onu kapasitesini kuvveden fiile çıkarmaya ikna ederse eğer, cahil o zaman hocanın bilmediği şeyi öğrenir."

"Bilgin hoca, bu zihinsel kudret artışını kendi ilminin düşüşü olarak görecektir. Cahilse kendi kendine öğrenebileceğine, hele ki bir başka cahile bir şey öğretebileceğine inanmaz. Zeka dünyasından dışlananlar dışlanma kararlarını bizzat imzalarlar."

Çok acı değil mi, kişinin kendini kapasitesiz ilan eden bir numaralı kişi olması?

"Her birimizin içinde uyuklayan zekaya şunu söylemek yeter: Yaptığını yapmaya devam et, yapmayı öğren, taklit et, kendini tanı, doğanın seyri budur. Sana gücünün ölçüsünün gösteren rastlantı yöntemini yöntemli olarak tekrarla."

"İradenin yeni ilişkiler bulsun, kursun diye zekaya ilettiği enerjinin büyüklüğüne, küçüklüğüne göre zekanın tezahürlerinde eşitsizlik olabilir, ama zihinsel kapasite hiyerarşisi yoktur. İşte bu doğa eşitliğinin bilincine varmaya ve bilgi ülkesine doğru her türlü serüvenin önünü açmaya özgürleşme denir."

"Mesele bir zekayı kendisine ifşa etmektir. Her şey bu amaca hizmet edebilir. Kah Telemak olur bu, kah küçük bir çocuğun yahut cahil bir adamın ezbere bildiği bir şarkı, bir dua. Cahilin bildiği, karşılaştırmaya yarayacak, bilinecek yeni şeyin raptedileceği bir şey illaki vardır. Okuyabilirsin dediğimiz zaman gözleri faltaşı gibi açılan şu çilingire bir bakın. Harfleri bile bilmiyor. Yine de şu takvime bir göz atsa ayların sırasını bilmeyecek mi; ocağı, şubatı, martı... tahmin edemeyecek mi? Biraz saymayı bilir. Yazılanı tanımak için satırları saymasına kim engel olacak? Adının Guillaume, doğum gününün 16 Ocak olduğunu bilir. Kelimeyi bulmayı başaracaktır. Şubatın 28 çektiğini biliyor. Sütunlardan birinin diğerlerinden kısa olduğunu görür görmez 28'i bulacaktır. Ve benzeri. Hocanın ondan bulmasını isteyeceği, ona sorular sorup zekasının çalışmasını doğrulatacak bir şey olacaktır."

"Hocanın iki temel edimi bunlardır: Soru sorar, öğrenciden bir söz söylemesini ister, yani kendini bilmeyen ve ya ihmal eden zekadan bir tezahür bekler Bu zeka çalışmasının dikkatli yapıldığını, zorlamadan kaçmak için bu zekanın rasgele bir şey söylemediğini doğrular. Bunun için çok becerikli ve çok bilgili bir hocanın gerektiği mi söylenecek? Cevabı bilir ve soruları öğrenciyi doğal olarak oraya götürür. İyi hocaların sırrı budur: Sorularıyla öğrencinin zekasına gizlice yol gösterirler- zekayı çalıştırmaya yetecek ama tembelleştirmeyecek kadar gizlice."

"Sokrates sorularıyla Menon'un kölesini içindeki matematik hakikatleri fark etmeye sevk etmişti. Ama bu, bilgiye giden bir yol olsa bile, kesinlikle özgürlüğün yolu değildir. Köle hiçbir zaman yalnız yürümeyecektir; dahası, hocanın dersini aydınlatma amacı dışında, kimse ondan yürümesini de istemeyecektir. Sokrates, Menon'un kölesinin şahsında, aslında hep köle kalacak bir köleyi sorguya çekmektedir."

"Bu nedenle Sokratesçilik aptallaştırmanın kusursuzlaştırılmış bir biçimidir. Her bilgin hoca gibi Sokrates de öğretmek için soru sorar. Oysa bir insanı özgürleştirmek isteyen kişinin ona bilginler gibi değil herhangi bir insan gibi soru sorması gerekir, yani öğretmek değil öğrenmek için. Böyle bir şeyi de ancak öğrenciden fazla bilmeyen, ondan önce o yolculuğa çıkmamış olan, cahil hoca yapabilir."

"Komşusuna elindeki aleti nasıl kullandığını sormasından bir farkı yok bunun. Bilmediğimizi öğretmek, bilmediğimiz her şey hakkında sorular sormak demektir, o kadar. Bu tür sorular sormak için de ilme ihtiyaç yoktur. Cahil her şeyi sorabilir."

"Cahil, öğrencinin bulduğunu değil,  aradığını doğrulayacaktır. Dikkat edip etmediğine karar verecektir. Çalışma olgusuna karar vermek için de insan olmak yeter. Cahil hocanın öğrencisinden istemesi gereken şey, dersine dikkatli bir şekilde çalıştığını kanıtlamasıdır."

"İnsan öyle bir hayvandır ki konuşan ne dediğini bilmiyorsa bunu çok iyi fark eder... İnsanları birleştiren bağ işte bu kapasitedir."

"Arayan her zaman bulur. İlle de aradığını, hele ki bulması gerekeni bulmaz. Ama bildiği şey ile ilişkilendireceği yeni bir şey bulur mutlaka."

"Bütün bilimler basit ilkelere dayanır ve kavramak isteyen bütün zihinlerin, doğru yöntemi izledikleri sürece erişebilecekleri yerde dururlar."

"Her yerde gözlemlemek, karşılaştırmak, yan yana getirmek, yapmak ve nasıl yaptığını fark etmektir söz konusu olan. Bu düşünme süreci, bu kendine dönüş her yerde mümkündür. Ama bu kendine dönüş düşünen bir tözün saf tefekküre dalışı değil, zihinsel edimlerine, katettiği yola ve aynı zekanın yeni toprakları fethederek o yolda daha çok mesafe alması imkanına kayıtsız şartsız dikkat edişidir. İşleyen elin ve yetiştiren halkın eseri ile retoriğin bulutları arasında karşıtlık kuran, aptallığa devam eder. Bulut imalatı, en az ayakkabı ve kilit imalatı kadar emek ve zihinsel dikkat isteyen bir insan sanatıdır. Akademi üyesi Lerminier halkın zihinsel kapasitesizliği üstüne metinler yazıyor. Lerminier aptalın teki. Ama aptal dediğin avanak veya serseri değildir. Onun metinlerinde ahşabı, taşı veya deriyi dönüştüren emeğin, zekanın, sanatın iş başında olduğunu teslim etmezsek biz de aptal oluruz. Ancak Lerminier'in emeğinin hakkını verdiğimiz takdirde en alçakgönüllülerin eserinde kendini gösteren zekanın hakkını verebiliriz."

"Özgürleşmiş birinin asıl kadir olduğu şey özgürleştirici olmaktır: Bilginin anahtarını vermek değil, bir zekanın kendini başka her zekaya ve her zekayı da kendine eşit gördüğü zaman ne yapabileceğinin bilincini kazandırmaktır."

"Halkı aptallaştıran öğrenimsizlik değil, zekasının aşağı olduğuna duyduğu inançtır. Aşağı olanları aptallaştıran şey, üstün olanları da aptallaştırır."

"İnsan, bir zekanın hizmet ettiği bir iradedir."

Yani bizim sorunumuz, ikincil bir roldeki zekayı, başrolde sanmak.

"Zeka, birtakım fikirlerin terkibi olmaktan önce, dikkat ve arayıştır."

"Hırslılar, kendilerini kimseden aşağı saymamakla kazandıkları zihinsel gücü, kendilerini başka herkesten üstün saymakla kaybederler. Bizi ilgilendiren, her insanın kendisini herkesle eşit, herkesi de kendisiyle eşit saydığı zamanki gücünün keşfidir. İradeden kasıt, kendisini eylemde bulunarak tanıyan akıl sahibi varlığın işte bu kendine dönüşüdür. Zekanın hareketini besleyen işte bu rasyonalite yuvası, bu bilinç ve eylemde bulunan akıl sahibi varlık olarak kendine saygıdır. Akıl sahibi varlık her şeyden önce kudretini bilen, bu konuda kendisine yalan söylemeyen bir varlıktır."

"Hakikat birleştiriyor olabilir. Ama insanları birleştiren, bir araya getiren şey uyumsuzluktur. Devrim sonrası dönemde düşünen kafaları taşlaştıran şu toplumsal çimento tasavvurunu zihnimizden kovalım. İnsanlar insan oldukları için birleşirler, yani birbirlerinden uzak varlıklar oldukları için. Dil onları bir araya getirmez. Aksine dilin keyfiliği, onları tercüme yapmak zorunda bırakarak çabaları uğruna iletişime geçmeye zorlar. Aynı zamanda zeka bakımından ortaklığa sokar: İnsan öyle bir varlıktır ki, konuşan ne dediğini bilmiyorsa bunu çok iyi fark eder."

"İnsani tasavvurların yörüngeleri nadiren kesişir, pek az ortak noktaları vardır. Karman çorman hatları, özgürlüğü ve onu takip eden zeka kullanımını askıya alan aksaklıklar olmaksızın çakışmaz. Yörünge çakışması "aptallaşma" dediğimiz şeydir. Bu çakışma giriftleştikçe, fark edilmezleştikçe aptallaşmanın da neden derinleşeceğini anlıyoruz. Evrensel eğitime çok yakın görünen Sokratik yöntem işte bu yüzden en korkunç aptallaştırma biçimini temsil eder. Öğrenciye kendi bilgisini fark ettirme iddiasındaki Sokratik sorgulama yöntemi alında at terbiyecisinin yöntemidir: Geçişleri, ilerleyişleri, dönüşleri yönetir. Ona gelince, bir yandan zihin terbiyesini yönetirken emir verme onuruna erişip arkasına yaslanır. Zihin bir dolambaçtan öbürüne, yola çıkarken aklından bile geçirmemiş olduğu bir hedefe varır sonunda. Ona ulaşmış olmasına şaşar, geri döner, kılavuzunu görür, şaşkınlık hayranlığa dönüşür ve bu hayranlık onu aptallaştırır. Öğrenci, yalnız ve kendi başına bırakılmış olsaydı, o yolu takip etmemiş  olacağını hisseder."

"Kendi yörüngesinde olmayan kimsenin hakikatle ilişkisi yoktur."

"Jacotot, düşüncenin yasalarının dil ve toplumun yasalarıyla uyumu sonucunda garantilenen o korkak özgürlüğü zerre kadar istemez. Özgürlük hiçbir ezeli uyumla garantilenemez. Her bireyin kendi çabasıyla alınır, kazanılır veya kaybedilir."

"Zeka sadece bireylerde olur, birleşmelerinde değil. Zeka her bir zihinsel birimdedir; bu birimler birleştiklerinde ister istemez atıl ve zekasızdır."

"Dikkatsizlik öncelikle tembelliktir, çabadan geri durma arzusudur. Ama tembellik de bedenin uyuşukluğu değil, kendi kudretini küçük gören bir zihnin  giriştiği edimdir. Akla uygun iletişim, kendine saygı ile başkalarına saygının eşitliği üzerine temellenir."

"Hakikat kamusal alandaki hiçbir çatışmaya son vermez. İnsanla ancak bilinciyle, vicdanıyla baş başayken konuşur. İki bilinç arasında çatışma başladığı anda hakikat geri çekilir. Karşılaşmak isteyenler, hakikatın tek başına, kafilesiz gittiğini bilmelidir."

"Her aile dediğimi yapsa ulus çok geçmeden özgürleşmiş olurdu; kastettiğim halkın zekasıyla erişebileceği bir yerde tuttukları açıklamalarıyla bilginlerin bahşettiği özgürleşme değil, insanın kendi kendini eğitirken-icabında bilginlere karşı- kazandığı özgürleşmedir."

Bu çok güzel:

"Aslında ancak özgürleşmiş biri toplumsal düzenin baştan sona uzlaşım olduğunu rahatça anlar ve eşit olduğunu bildiği üstünlere titizlikle itaat edebilir ( heh heee:) . Toplumsal düzenden ne bekleyebileceğini bilir ve büyük bir temizliğe kalkışmaz. Aptallar için korkacak bir şey yoktur, ama onlar bunu asla bilmeyeceklerdir."  :))))))))))))))))))))))))))))))))))

"Bilginlerin kurdukları derneklerin hilesi çok eskidir; dünya  bu dernekler tarafından hep aldatılmıştır, muhtemelen de hep aldatılacaktır. Dernekler kamuya sizin inceleme zahmetine girmenize gerek yok der."



11 Ekim 2014 Cumartesi

Nasıl Filozof Olunur?

Evet. Ben de filozof olmak istiyorum. Tabi, çok zorsa, vazgeçme hakkım saklı olsun.

Yakaladığım ilk ilginç şey şu: Filozoflar tahminde bulunmazmış. Varsayımda bulunmaktan kaçınmaları gerekirmiş.

Yazar, "cehaletin göklere çıkarıldığı bu çağda", bu kitabı okumak istemenin çok önemli olduğunu söylüyor.

Felsefe öğretmeni olmanın zorluklarından biri: "felsefe tarihinin tozlu raflarında çoktan yerini almış bayat bir argümanla karşınıza gelen öğrenciyi sabırla dinlemeyi öğrenmek"

Böyle bir durumda yazar, öğrenciye: "Senin bu fikrini büyük filozof Descartes bundan yüzyıllarca önce çok daha ayrıntılı olarak ortaya koymuştur." Yazar, bunu  söyleyince, öğrenci üzülmüyor; "hatta böyle büyük bir filozofun düşündükleriyle aynı şeyi düşünmüş olmak egosunu bile okşuyor"muş.

Geçmişte öne sürülen fikirlerden haberdar olmak iyi. Çünkü: "Kadim felsefe oyununda güvenilir usullerden, engin argümanlar denizindeki temel pozisyonlardan, devasa bakış açılar şebekesi içindeki ana akımlardan haberdar olma kesinlikle daha iyi bir filozof olmanıza yardım edecektir."

"Felsefenin küçük bir tümseği olmak cehaletin büyük bir hendeği olmaktan iyidir."

"Araştırmalar felsefe eğitimi alanların çok iyi öğretmen, avukat, doktor, bilgisayarcı, pazarlama stratejisti, gazeteci, hatta tesisatçı olduğunu göstermektedir."

Bak sen pamukkafalılara:

"Elbette, filozofların tutarlı düşünme ve akıl yürütme hünerleri başlarına dert de olabilir. Ne yapalım ki bazılarının kafasının içi pamuk doludur. Filozof bunların düşüncelerindeki tutarsızlıkları ve bakış açılarının saçmalığını açığa vurduğunda bizim "pamukkafalılar" bundan hiç de memnun olmazlar. Filozofu "ukala dümbeleği" olarak görürler, onu aşağı çekmek için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Kadim Yunan filozofu Sokrates'in başına gelenler tam da budur. Sokrates birçok güçlü Atinalının aslında hiçbir şey bilmediğini göstermiştir. Halkın gözü önünde aşağılandıklarını düşünen bu insanlar da sonunda Sokrates'e dersini vermişlerdir: Sokrates'i baldıran zehri içerek ölüme mahkum etmişlerdir."

Filozofların nihilizme düşme riskinin hayırlı bir yere gidebileceği:

"Hayatın toptan saçma olduğu yargısı umutsuzluğa yol açar mı? Aslında bu nihilistik felsefi konuma toslayan birçok filozof bu mağlubiyetten büyük bir zafer çıkarmasını bilmiştir: Şayet hayat toptan saçmaysa ve kendinde bir anlama sahip değilse, o zaman her bir tekil hayatın anlamı kişinin ona verdiği anlam olacaktır. Friedrich Nietzsche ve Jean-Paul Sartre gibi varoluşçu filozoflarca savunulan bu anti-nihilistik konum kişisel düzeyde hem olumlu hem de güçlendirici bir etkiye sahiptir."

"Felsefe insanlığın felsefe yaparak biriktirdiği her şeydir... İnsan yaşamına dair hiçbir şey filozofların incelemesinden ve analizinden kaçamaz...Felsefenin de felsefesi vardır... Birçok kişi gibi, filozoflar da takıntılıdır."

"Felsefe kullandığımız sözcüklerin anlamlarıyla ilgili karışıklıkları ortadan kaldırma derdindedir... Doğrusu tanımlamaya yönelik takıntımla felsefe öğrencilerimi canlarından bezdirdiğimi söyleyebilirim. Ama onların da "tanım meselesi"nin önemini anlamamakta gösterdikleri inatla beni çileden çıkardıkları olur."

"..Bir öğrenciden "cinayet"i tanımlamasını istediğimde, "Cinayet, işte, biri öldürüldüğünde olan şeydir" diyebilir. Cevabın doğru yolda olduğunu söyleyebiliriz. Ne de olsa "öldürülmekten" bahsetmektedir. En azından cinayetin iki ayaklı, tüylü ve kanatlı bir mahluk olduğunu söylememektedir. Yine de bu "cinayet"in tanımı değildir, çünkü her cinayet birinin öldürülmesini gerektirse de birinin öldürülmesine ilişkin her örnek cinayet değildir."

(taammüden)

"Felsefenin insanların aklına öylesine geliveren inançlarla, tutumlarla, görüşlerle, değerlerle, kanaatlerle bir ilgisi yoktur. Felsefe insanların tutumlarının, inançlarının, görüşlerinin, değerlerinin ve kanaatlerinin ardındaki akıl yürütme süreciyle ya da bu akıl yürütme sürecinin eksikliğiyle ilgilidir. Felsefe öğrencilerim felsefe sınavlarında ne yazacaklarını şaşırdıklarında sık sık bana "Kendi görüşlerimizi yazabilir miyiz?" diye sorarlar. Onlara verdiğim cevap şudur: "Elbette kendi görüşlerinizi yazabilirsiniz, ama bunların gerçekten sizin görüşleriniz olup olmadığının bir önemi yoktur." Burada önemli olan, savınızı desteklemek için kullandığınız sebepler ve kanıtlardır. Gerçek bir filozof mu olmak istiyorsunuz? O zaman inançlarınıza ve görüşlerinize sağlam, yansız ve nesnel bir akıl yürütme yoluyla ulaşmış olmanız gerekir."

"Eğer insanlara çelişkilerini göstermekten kendinizi alamazsanız, çevrenizde "ukala dümbeleği" olarak tanınmanız kaçınılmazdır. Ayrıca intikam planları da hemen devreye sokulacaktır. Ne olsa insanlar önce eylemde bulunur sonra düşünürler. Gerçekten bilgeyseniz şunu unutmayın: Bazen en bilgece şey ağzını kapalı tutmaktır."

"Platon çok ustalıklı bir şekilde politik erki şehvetle arzulayanlara bu gücün verilmemesi gerektiğini savunmuştur."

Azıcık bile mesafe alamamak ne kötüü: "Bilgi teorisinde tuhaf olan, bir filozofun bilginin ne olduğunu bildiğini iddia ettiği anda karşılaştığı sorudur: "Bildiğini nasıl biliyorsun?"

"Global şüpheciler denilen bazı filozoflar her şeye itiraz ederler. Onlara göre ne deneye ne akla dayanarak bir şeyi kesin olarak bilmek mümkündür. İstersek bu epistemoloji oyununa katılabilir ve onlara bu iddialarını nasıl bildiklerini sorabiliriz."

Felsefeyle uğraşmanın tehlikesini nasıl da ima ediyor: "Eğer biraz daha ilerlemek istiyor, normatif, meta ve uygulamalı etiğin sularında kayığınızı yüzdürmek ya da batırmak istiyorsanız size şimdilik iki kitap önerebilirim.."

"Size içinde bulunduğunuz ya da bulunduğunuza inandığınız dünyaya dair küçük, özgül bir felsefi sorun vereceğim."

"Yazmak düşünmektir."

"Gerçeklik" terimi bir yere demirleyemeyeceğiniz ve gerçekten neye atıfta bulunduğunu bilemeyeceğiniz kadar kaygan bir terimdir."

"Budistler meseleyi çok daha şairane bir şekilde ifade ederler: Şu anda bir insan olduğu rüyasını gören bir kelebek olabilirsiniz. Ama aniden uyanıp da kendinizi güzel bir yaz sabahında kuşlar tarafından yenilmemek için kanat çırpıp duran bir kelebek olarak bulduğunuzda, aslında birden rüyasında bir kelebek olduğunu görmeye başlayan bir insan olmadığınızı nasıl bilebilirsiniz? Şüphe oyununu unutmayın. Belki de rüyasında bir insan olduğunu gören bir kelebeksiniz. Belki de bu kitabı okuduğunu hayal ederek lahanalar arasında kanat çırpan bir kelebeksiniz. Kim bilir?"

"Descartes, felsefe yapmanın, otoritelerin öne sürdüğü fikirleri sorgusuzca kabul ederek başlayamayacağını göstermiştir. Felsefe varoluşun gizemiyle önyargısız ve önkabulsüz karşılaşan bireysel aklın sorduğu şu sorularla başlar: "Varoluş nedir, onunla ilişkili olarak ben neyim, onun hakkında kesin olarak ne bilebilirim?

Bak uçuyoruz:

"İşitme olmadan ses olur mu? Hiç kimse tarafından deneyimlenmediğinde dünya neye benzer? Deneyimlendiği zamankiyle aynı dünya mıdır yoksa tamamen farklı mıdır?"

"Hiç kimsenin olmadığı yer nasıldır?"


filateli: Posta pullarını konu edinen uğraş alanına verilen isim.
taammüden: tasarlayıp kurarak.

26 Eylül 2014 Cuma

Edebi karakterlere neden önem veririz?

Çok hoş bir soru. Soru, yanıtı bende olmayan bir soru. Ben de hep sordum; neden roman var diye. Tuğla gibi kitabı okumak neden; şayet samimi bir keyifse alınan, sorunun yanıtı da çok öznel olmalı. E o zaman, bu kitap, bu soruya nasıl bir öznel ve belki de nesnel yanıt veriyor? Tabi bana düşen bu yanıtı merak etmek.

Yazar, kendini kitabın içeriğine kaptıranlardan  bahsediyor: "Kendilerini çok tutkulu bir biçimde kurmacayla özdeşleştiren insanlardan nefret eden çok okumuşlar..." Demek ki böyle bir ayrım var.

"Hiç tanışmadığımız ve hiçbir zaman tanışmayacağımız insanlara neden bu kadar çok önem veriyoruz?"

Bu soruya yanıt olarak: " Onları, temel ahlaki meseleleri çözmek ya da yeni duygusal durumları uygulamak için kullanırız."

Yazar, Kobe Bryant'ın yaşantısı hakkında bir şeylerden bahsedip şöyle devam ediyor: "Kobe Bryant'ın hataları soluk bir hatıra olacaktır; ancak başka biri-yeni bir isim ve taze bir skandal- onun yerini alacaktır."

Kurmaca karakterlerin işlevi: "Cinsellik, kur, statü, kaynak tahsisi, kabilecilik, güven. Kurmaca karakterler önem verdiğimiz şeyin önemini yansıtırlar."

Şimdi de asıl problemimize parmak basıyor:" İnsanlar, birbirleri hakkında neden bu kadar çok takıntılıdırlar?"

"İnsani değerler, insan çıkarlarını yakından takip ederler, bu çıkarlardan çılgınca farklılaşır göründükleri zaman bile ya da özellikle o zamanlarda."

"Çok temel bir kural şudur: Bir insan, kendisinden başlayarak, kendisine en yakın şeylere önem verir. Değerleri, kendisinden yayılarak, bir havuzdaki dalgacıklar gibi küçülür. David Hume isimli, yaramaz sayılabilecek, nüktedan bir filozof, bu temel kuralı karikatürize ederek ve onu "akıl" adını verdiği, sert ve titiz bir üstada atfederek, onunla alay etmiştir ( "Bütün bir dünyanın yıkımını, parmağımın çizilmesine tercih etmek, akla aykırı değildir"), ancak insani duyguların, insanlık formülünü takip etmeye, insan aklından bile daha eğilimli olduğunu biliyorsunuz (Hume, 1986)."

"İnsanlar, nedenini bilmedikleri pek çok şey yaparlar ve kendi değerleri ile ilgili kendilerine anlattıkları hikayeler genellikle sanrılarla doludur."

Sonuç olarak, biz, kendimizi iyi hissedeceğimiz bir hikayeye sahibizdir. Ancak "biz" olarak algıladığımız kişilerden olmayanların hoş olmayabilecek yaşantılarına en basit tabirle "ilgi duyarız."

"Bilgi teknolojisi, ruhumuzdaki dedikodu şekilli deliği beslemek için üzerine düşeni yapmıştır, ancak delik, beslendikçe daha da büyüyen ve aç hale gelen, yırtıcı bir canavardır. Artık o kadar büyümüştür ki, Jane Austen'in Emma'sından bir cümleyi hatırlayacak olursak, "Highbury'nin bütün dedikodusu" onu dolduramayacaktır. Ancak, bütün bu akılsız dedikodu, daha yüksek ve önemli bir işlevi yerine getiriyor olabilir."

"Bilgi ve ustalık o kadar uzmanlaşmıştır ki, en ateşli ve meraklı bilge kişi bile bilgili dünyanın geri kalanıyla en kısa süreli temastan daha fazlasına sahip olamaz. Yalnızca kendi iğnelerimizin boyutunu ve şeklini bilen iğne yapımcılarıyız."

"Bu bağlamda, dedikodu-hiç tanışmadığımız kişiler hakkında olan bile- tarihin çılgın akışına bir tür anlam vermemize izin verir. Bir evrimsel antropolog olan Robin Dunbar, ünlü bir sözünde, insan dedikodusunun, diğer primatlardaki bakıma benzediğini ileri sürmüştür: Toplumsal bağlarla ilgilenmenin keyifli bir yöntemidir."

"(Dedikodu) Başkalarıyla koalisyonlar oluşturmamızı sağlar. İnsanların başkalarıyla oluşturduğu koalisyonları izlememize yardım eder."

"Biz insanlar, enerjimizin büyük bir bölümünü, muhtemelen çoğunu, kendimizi ve başka insanları açıklamak için harcıyoruz."

İşte bu tutum ve özelliğimiz, kurmaca karakterlere yansıyor yazara göre:

"Edebi anlatılar, tarihleri boyunca, tam da öğrenmek için can attığımız türden bilgiyi vermek ve alıkoymakta uzmanlaşmışlardır. Hız, rezillik ve görsel ilgi konularında, popüler basının heyecan verici yapısıyla rekabet etmeleri çok zor olsa da, edebi anlatılar, bunları telafi eden başka yönlere sahiptir: Derinlik ve şüphe, karmaşıklık ve gölge, öğrencilerimin ısrarla bizi düşündürme yeteneği olarak tanımladıkları şey."

Burada yaptığımız bir hataya da (ya da anlaşılması güç tutum) dikkat çekiyor:

"Herhangi birine önem vermek enerji harcatır ve kurmaca insanlara önem verdiğimizde, maliyetler hiç telafi edilemeyecek gibi görünür. Karşılığında bize asla önem vermeyecek insanlara neden dikkatimizi harcayalım ki?"

"Yabancılara-yalnızca yabancılara da değil, kurgusal yabancılara- önem vermek, en iyi tarafından bakarsak zaman kaybı, en kötü tarafından bir tür çılgınlık gibi görünmektedir."

"Pek çok gerçek insan (ve hayvan) bizim son derece fazla dikkatimizi hak ederken, kurmaca karakterlere şefkat göstermeleri, insanlar için ne anlama gelmektedir? Önem vermek, endişe duymak ve zihinsel çaba harcamak anlamına gelmektedir. Merhamet, hatta tutku duymak anlamına gelmektedir. Bunlar, elde edilmesi kolay ruh halleri değildir. O halde, bizi, hiç tanışmadığımız ve hiç tanışmayacağımız, kurmaca olduklarını bildiğimiz insanlar için zihinsel çaba harcamaya kışkırtan nedir?"

Yazar, bunu yapma sebebimiz olarak, kurmaca karakterlerin yaşadıklarını bedelsiz olarak öğrenme isteğimiz olduğunu düşünüyor:

"(Kurgu) Başlangıçta iki sert tarife uygular- ya da, isterseniz, iki bilişsel giriş ücreti de diyebilirsiniz. İlk olarak, bizden inançsızlığımızı askıya almamızı ister. İkincisi, değerli bir armağan olarak, dikkatimizi ona vermemizi ister. Bu tarifeler karşısında, kurgu, bize, büyük dozlarda, gerçekten cazip toplumsal bilgiler, kendi başımıza dünyadan toplamanın bizim için fazla pahalı, tehlikeli ve zor olacağı bilgiler vererek borcunu öder. Kurgunun hem yazarlarının hem de okurlarının zekice bazen de şaşırtıcı yöntemlerle koşullarına direnmelerine rağmen, bu temel pazarlık, iki yüz elli yıldan fazla bir süredir dikkat çekici bir biçimde sarsılmadan sürmüştür, temel pazarlıktır. Kurgu iki talepte bulunur- aldatılma konusundaki endişenizi bir an için askıya alın ve dikkatinizi bana verin- ve okuyucu bunları bir kez kabul ettiğinde, hayal edilebilecek en yoğun bilişsel uyarımla ödüllendirilir. Ne tür bir bilişsel uyarım? Toplumsal bilgi. İnsanların niyetleri ile ilgili derin gerçek- muhtemelen, kişinin kendi niyetleri de dahil olarak."

Yazarın dikkat çektiği ve bana da anlamlı gelen; kurmaca karakterlere ve karakterlerin yaşadıklarına akademik ya da gerçek duyguların rehberliğinde bakıyor olma ayrımı.

"Çatık kaşlar, endişeli bir ifade: Sorumlu öğretmenler, öğrencilerini, edebi karakterler için tutkularından vazgeçirirler ya da en azından şüphecilik, diyalektik ve uygun bir estetik mesafeyle tutkularını etkileyerek, onlar hakkında nasıl sorumlu bir şekilde düşüneceklerini öğretirler. Ancak, bunun hakkında ne kadar çok düşünürsem, mesleğimizin, böylece, insanın en güçlü yaratıcı yeteneklerinden birine erişimden bizi mahrum bıraktığına o kadar ikna oluyorum: Fantezinin gücü ve cazibesi."

"İnsanlar, gerçek olduğuna inandıkları hikayelerden ilham alma eğilimindedirler."

Bu noktada bizim okuyucu olarak da işbirliği içinde olduğumuzu belirtiyor:

"Bir sayfadaki sözcükler, kendi inandırıcılığımızın bir dayanağıdır (Walton, 1993). Yolculukta, bizi yanlarına alırlar. Ancak, yolculuğa çıkmak edilgen bir iş değildir. Gemiye binmek için, hayal gücümüzü kullanmak zorundayız."

Başkalarının yaşantıları hakkında düşünmenin biyolojik altyapısından da bahsediyor:

"İnsan aklı, diğer insanlar, onların sorunları ve kendilerini soktukları durumlar hakkında düşünmeye çok uygundur."

"İnsanlar toplumsal bilgiyi diğer bilgi türlerine tercih ederler ve bu da, örneğin basında neden bütçe açıkları ve ticaret dengesizliklerinin ayrıntılı analizlerinden çok daha fazla sayıda insanla ilgili hikaye olduğunu açıklayan bir gerçektir."

"Son yirmibeş yılın en iyi bilinen psikolojik deneylerinden biri, insanların, diğer insanların vicdanları hakkında akıl yürütmeye benzersiz bir şekilde uyarlanmış zihinleri olduğunu gösterir."

"Diğer insanlara anlam vermeye çalışmaya teşvik edilmemizin nedeni: Makyavelci zeka. Makyavelci zeka hipotezi, diğer insanlar hakkında nasıl düşündüğümüzü anlamamıza yardım eder. Karmaşıklık ve beklenti, stratejik düşünme öğesi gibi, çok önemlidir. Diğer insanları inceleriz, çünkü onlarla işbirliği yapmak ve onlara karşı yarışmak zorundayız."

Yeni bir kavram: Bağımsız faillik yanılsaması. Hani E. Şafak, kurmaca karakterlerinin, kendisinden bağımsız hareket ettiğini söylüyor ya, bu yazara göre bu, kişinin zihin okuma yeteneğinin üst düzeyde olmasından başka bir şey değil. "Bağımsız faillik yanılsamasına benzer ya da yakın bir türde yanılsama... yargılama hukuku, pazarlama ve siyasette olduğu gibi, diğer insanların davranışlarını tahmin etmeyi içeren mesleklerle ilişkilidir. Kendi kurmaca karakterinin bir tanımıyla başlayan kurgu yazarları gibi, meslekleri, başkalarının düşünce ve eylemleri hakkında düşünmelerine yol açan insanlar, bakış açısı almanın otomatik hale geldiğini görebilirler (Taylor, Hodges ve Kohani, 2002)."

"Zihin okuma, insan sosyalliğinin en önemli bilişsel mekanizmasıdır ve edebiyat, takıntılı bir biçimde bu mekanizmayı yansıtır."

Peki tam tersi, hiç birbirimizle ilgilenmesek:

"Tamamen ahlaki hoşgörü, yalnızca insanlar birbirlerine karşı tamamen ilgisiz hale geldikleri zaman mümkündür, yani toplum sonuna geldiği zaman (Stephen, 1873)."

Şuna ne dersiniz: "İnsan doğası doğal bir tür değildir; geniş bir dizi kısıtlamanın baskısı altında çalışan modellerin ve programların bir çeşitliliğidir."

Çok dikkat çekici bir şey de buldum; onu da buraya not düşelim:

"Dedikodu, bilgi pazarını oldukça akışkan tutar. Çoğu akademisyenin dedikoduyla yakın ilişkisi vardır, ancak bu çelişiktir. Çok az akademisyen ortaya çıkıp dedikoduyu sevdiğini ya da yaptığını kabul edecektir. Ancak, dedikodu, akademisyenlerin sahip olduğu daha iyi pazar mekanizmalarından biridir. Akademisyenler dedikodu yapar, çünkü hiçbir şey yapmazlar. Akademide en önemli ürünler arasında itibar, konum, karizma, pazarlanabilirlik ve tarz vardır. Ancak, bu ürünlerde hiçbir belirgin piyasa etkinliği yoktur."

Dedikodu yapmakta "çok iyi" birinin nasıl betimlenebileceği:

"Görünüşe göre, gerektiği anda insanlara karşı kullanmak için bilgi parçaları toplamaktan başka yapacak daha iyi bir işi olmayan, orta yaşlı bir kız kurusudur ve müzmin bir düşmandır: Grace Stepney'in zihni, vızıltılı dedikodu öğelerinin ölümcül bir cazibeyle çekildiği ve amansız bir belleğin kapanında asılı kaldığı, bir tür ahlaki sinek kağıdı gibiydi." (Warton'un [1905] yapıtındaki Grace hakkında)

"Bir düşünce ve yargı ağında yaşarız; sürekli değerlendiririz ve karşılığında değerlendiriliriz. Bu karmaşa içinde, dedikodu oldukça belirsiz bir amaca hizmet eder. Bir yanda, pratik zekanın cephaneliğinde önemli bir araç, dünyayı anlama ve onu yönetilebilir bir boyuta indirgemenin bir yoludur."


niş: Bir organizmanın yaşam sahası ve görevi.
anafor: karmakarışık bir durum.
vantrilok: karnından konuşan.
epifani: aniden bir şeyin özünü anlama veya anlamını bulma duygusu.
riyazet: nefsin isteklerini kırma.
tamahkar: açgözlü.
alegori: Bir sanat eserindeki ögelerin gerçek hayattan bir şeyleri temsil etmesi durumu.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Çankaya Özel Kalemini Anımsarken (1933-1951)


Cumhuriyet'in ilk dönemleri hakkında yeterince magazin bilmiyorum. Bilmeli miyim; evet, başrolde olan kişileri tanımak bence böyle mümkün. İşte bu kitapta o var. O dönemde özel kalemde görev yapan biri, yazmış. Yeterli değil bana, çünkü tabi ki kendi öznel düşünceleri. Farklı kişiler de yazsaymış, diyorum ama buna da şükür.

Bu kitap var olsa da, almayı düşünmeyebilirdim. Almayı düşününce, baskısının tükenmiş olduğunu görünce vazgeçebilirdim. Neyse ki, kullanılmış kitap alma olayı bana yardımcı oldu. Bununla bitmiyor tabi. Asıl mücadele bu kitabı bitirebilmekte. Neden? Yazma, yazdığını zevkle okunur hale getirme çok değerli, bunu daha iyi anladım. Dolayısıyla direndim ve bitirebildim bu kitabı da. Yazara teşekkür ediyorum. Kendimi de tebrik ediyorum.

Bağımsızlık neler uğruna kazanılabilir sorusuna yanıt: "Konferans sırasında Paşa ile temas arayan kimseler eksik değilmiş. Bunlar arasında Mısırlılar da varmış. Bağımsızlık elde etmek için bir çare peşinde imişler. Bunlara İsmet Paşa sormuş: 'Sizin de, bizimkiler kadar güzel şehirleriniz, mamureleriniz var. İstiklaliniz uğruna bunlardan birkaçının yanıp yıkılmasını, yerle bir olmasını göze alabiliyor musunuz?" Ondan sonra, Mısırlılar ortadan kaybolmuş, bir daha gözükmemişler."

Çok çok önemli anektod. Neden? Boş zamanı değerlendirme, verimli hale getirme konusundaki sıkıntımız, çok öncelere gidiyor. Ben şimdi görüyorum, ama çok daha öncelerde de varmış. İsmet İnönü Baykan'da: ".. Baykan Kaymakamı ayaküstü dert yandı. Doğu'daki hizmetinin sona ermesini iple çekiyor; Batı'ya alınması için çareler arıyor. Çevre, doğa olarak şirin. Yeni evler de hiç fena değil. Böyle bir yerde görev alacak bir Avrupalı kaymakam hayal ediyorum. Kendini yararlı biçimde oyalayacak neler bulmaz? Kasabanın, yöredeki köylerin etnografik yönden incelenmesi. Bölgenin florası, faunası. Bunlarla ilgili koleksiyonlar. Jeolojik bakımdan araştırmalar. Su getirmek için olanaklar yaratma. Avcılık; kışın belki kayakçılık. Bizim kaymakam genç yaşında burada sıkıntıdan patlıyor; avunmak için radyo ile Tekel İdaresi mamullerinden başka şey bulamıyor. Televizyonun gelmesine daha on yıldan çok var."

Yazar da hatırlamıyor şu sözün kime ait olduğunu. Ne güzel: "Riyaziye, tarih, fen, felsefe gibi şeyler okunur, unutulurmuş. Geride ne kalırsa, ona kültür derlermiş." İnşallah kalsın diye okuyoruz bakalım.



murakabe: denetleme.
mutat: alışılmış.
irticalen: doğaçlama.
riyaziye: matematik
mamure: bayındır yer.

24 Temmuz 2014 Perşembe

Dumankara


"Sıradan insanlar ancak öldürdüklerinde, çıldırdıklarında, ahlak ve nizam dışına çıktıklarında haber olurlar."

L. Cantek, boksör hikayesi anlatmaya çok da meraklı olmadığını ifade ediyor:

"Dizinin kahramanlarından biri olan Ömer Hayali tersine gelirse, ki geliyordu, karşısındakine yumruğu çakıp yıldız saydırıyordu. Belki yüzlerce kez aslen eski boksör olan kabadayıların kavgalarını, zıvanadan çıkıp uğraşa giren sporcu eskilerinin hikayesini dinledim. Adamın çenesi kırılmış, hakemi dövmüş, ömür boyu spordan men edilmiş, ebedi boykotluymuş şu bu. Ne boksu severim ne kavga hikayesini ama o kadar çok dinlemişimdir ki ne yapsanız biliyorsunuz işte."

"Yeri gelmişken pek çok hikayenin sonu mezarlıkta bitiyor, dikkatinizi çekecektir."

"Eyi öküz dönümünü bilirmiş."

hempa: omuzdaş.
müstemleke: sömürge.

11 Temmuz 2014 Cuma

İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası

Kabul ediyorum; (herkes kendinden bahsedebilir); beyliklerle ilgili bilgilerle Osmanlı Devleti arasında, benim açımdan kopukluk vardı. Aynı şekilde, Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve beylikler; oradan Osmanlı Devleti'ne atlayış, yine arada bağ yok gibi bişeydi. Diğer Türk devletleri, Timur vd. birçok şey, yine eksik. Eksikliği kendimize atfedelim ki telafi edebilelim, deyip bu kitaba başladım. Yazar hoca, işi zorlaştırır mı diye endişeliyken, ilk satırlardan rahatladım; hocam, üstten bakıp anlaşılmaz yazmamış. Mütevazı ama içi dolu, hak ederek yükselmiş bir hoca olduğu yazısından belli.

Hocam, üslup açısından da çok örnek bir tutuma sahip. Bir başka yazarın eleştiri sınırlarını zorlayan yayınına yönelik yanıtını şöyle veriyor: "Bu sebeple burada ölçüsünün iyi ayarlanmadığını düşündüğüm bu eleştiriye kısaca temas etmek gereği hasıl oldu."

Şuncacık bilgimle ahkam kesmek gibi olmasın. Benim anladığım, Osmanlı beyliği, diğer beylikleri, çeşitli hamlelerle etki alanına almış; doğru stratejilerle kapsamış. Şuna bakın: "Karesi beyliğinin iç karışıklıklara sürüklenmesi, Balıkesir ve Bergama kolu olarak ikiye ayrılması, Osmanlılara müdahale yolunu açmıştı. Bu saltanat mücadelesinin körüklenmesinde Osmanlıların rolü olup olmadığı malum değildir. Fakat taraflardan birinin Osmanlı yardımına başvurması bu hususta manidardır."

İçinden çıkılması gereken ikilemler var; örneğin: "Osmanlı Beyliği "darülküfr"e karşı İslami gaza ilkelerini benimsedi ve uyguladı. Dahası, Osmanlı Beyliği'nin, topraklarına komşu olan Türkmen beyliklerini de denetim altına almaya ve ilhak etmeye çalıştığı bilinmektedir. Ancak, Kur'an'ın iki gazi arasındaki savaşı yasaklaması nedeniyle, komşu Türkmen beyliklerinin fethi için meşru bir zemin hazırlamak zorundaydılar. Osmanlılar bu sorunu nasıl çözdüler?"

Madem bütün beylikler birbirine taban olarak benziyor; öne çıkmak için, bazı yönlerinizi kullanmanız doğru olacaktır: "Ünleri ve propaganda yapmaktaki becerileri sayesinde Osmanlılar, diğer beyliklerin insan gücü kaynaklarından yararlanma siyasetini izlediler ve böylelikle kendi gaza etkinliklerini daha da güçlendirdiler."

Birşeylerin, tarih açısından hala tartışmalı olabileceği, bana bazen şaşırtıcı geliyor. Mesela: "Saruhan Bey'in kimliğini kat'i olarak ve tartışmaya meydan bırakmayacak şekilde tanımlamak mümkün görünmemektedir."

Yaşanan birşeylerin sonradan verilen kararları etkilemesi dikkatimi çekti: Televizyonda dizide; Kanuni'nin oğlu Selim, kardeşi Bayezid'i öldürdükten sonra, babası tarafından, Bayezid'in sancağı olan Kütahya'ya gönderilmişti. Bu, diziye göre, onu daha da sıkıntılı bir ruh haline sokuyordu; "babam beni cezalandırmak için buraya gönderdi" diyordu eşine. Bununla bağlantı kurulabilir mi: "Manisa tahta çıkacak olan şehzadelerin idari görev yaptıkları ve II.Selim'den itibaren de taht varislerinin gönderildikleri yegane sancak merkezi olma özelliği kazanmıştı."

III. Murat, II. Selim'in oğlu değil mi? Televizyondaki dizide, babasını doğal olarak es geçip, dedesiyle sohbet etmesi dikkat çekmişti. Hatta, babası bunu haber alınca, oğlunu kolundan tutup, "sen ne yapıyosun aslanım" demişti. Bu esere göre, III. Murat, tarihe meraklı bir padişah imiş. Bu parçalar da birbirini tamamladı.

Timur hadisesi de burada dikkat çekici. Ben, ilköğretimde öğrenirken, Timur'un kim olduğunu, niye gelip bizim devletimize zarar verdiğini anlayamamıştım. Yani Timur dost muydu, düşman mıydı? Tartışmalıymış: "Onlar bu rekabette, genel olarak Bayezid'i haksız çıkarmakla birlikte, Osmanlı Devleti'nin yıkılışın eşiğine gelişi dolayısıyla, Timur hakkında ağır sözler sarf ederler; ancak XVI. yüzyıl tarihçilerinin olaya bakışları, I. Bayezid devrinde şeriata aykırı işler yapıldığı için onun Osmanlıların başına gelen ilahi bir ceza olduğu yorumunda düğümlenir."

Aşıkpaşazade, "iki sultan arasındaki savaşı sanki manasız bulduğunu, onların birbirleriyle şahsi anlaşmazlıklarının ve hasedlerinin bütün Anadolu ve Şam ülkesinin harab olmasına yol açtığını belirten bir şiire yer verir."

"Netice olarak denilebilir ki, ilk Osmanlı tarihçileri Timur'un Yıldırım Bayezid üzerine yürümesini menfi yönde değerlendirmekte ve zaman zaman onun hakkında ağır ifadeler kullanmakla birlikte, Yıldırım'ın da bu hadisedeki hatasından açık olarak bahsederler. Timur'u bir bakıma, cüretkar bir siyaset izleyip kuvvetli bir merkeziyetçi idare ortaya koyan, bu arada ulema ve bazı nüfuzlu grupları inciten Yıldırım için ilahi bir ceza olarak görürler."

amil: etken, sebep.
vareste: uzak.
mahdut: sayılı, az.
vasat: ortam.
teksif: yoğunlaştırma.
tenakuz: çelişki.
intişar: yayınlanma.
tehevvür: çok kızma, öfkelenme.
muhal: olamaz, olanaksız.
muti: itaat eden.
faksimile: tıpkıbasım.
tevcih: mevki verme.
kethüda: kahya.
meşveret: fikir alışverişi.
gaile: dert.
çeri: asker.
muhasara: kuşatma.
muvafık: uygun.
muhtasar: kısaltılmış olan.
tazyik: sıkıştırma.
ravi: rivayet anlatan.
taalluk: ilgisi olma.
muhassala: elde edilen sonuç.
tedai: çağrışım.
tavsif: nitelendirme.
vetire: süreç.
ittihaz: sayma, tutma.
tahrir: yazma.
istidlal: çıkarım.
evsaf: nitelikler.
müteveccih: yönelik.
mutedil: ılımlı.
ümera: beyler.
muvacehe: yüzyüze gelme.
imtizaç: karışabilme.
kabil: tür, cins.
tebellür: belirme.
mufassal: ayrıntılı.
muhtelit: karma.
mütecanis: bağdaşık.
mübayenet: karşıtlık.
müntesip: bağlanmış, kapılanmış.
İlhanlılar: Cengiz Han'ın torunu Hülagü Han tarafından, merkezi Tebriz olmak üzere Azerbaycan'da kurulan Moğol devletidir.
kavi: dayanıklı.
şecaat: yiğitlik.
sehavet: yiğitlik.
tebarüz: belirme.
delalet: kılavuzluk.
zahiren: görünüşte.
cihet: yön, taraf.
ahfad: torunlar.
Çepniler: Oğuz Kağan Destanına göre Oğuzların 24 boyundan biri.
müdevver: yuvarlak.
niyabet: naip: Tahtta hükümdar olmadığı zaman veya hükümdarın çocukluğu sırasında devleti yöneten kimse.
kazai: yargısal.
mahreç: çıkış yeri.
sıhriyet: Evlenme sonucu oluşan yakınlık, dünürlük, hısımlık.
tebşir: müjdeleme.
rayiç: Bir para biriminin veya malın satış ve sürüm değeri.
izhar: belirtme, gösterme.
nomad: göçebe.
intisap: bağlanma.
lafız: söz, kelime.
müncer: Bir yana doğru çekilip sürüklenen.
mehaz: Bir eser yazılırken başvurulan kaynak.
hulasa: özüt.
crusade: haçlı seferi.
istihraç: çıkarsama.
liva: sancak.
havi: içinde bulunduran, kapsayan.
tribe: kabile.
siege: kuşatma.
iltihak: katılma.
müessir: dokunaklı.
münakale: ulaşım.
arızi: sonradan olan, eğreti.
maruf: tanınan.
müsteniden: dayanarak.
nöker: emireri.
tesanüt: dayanışma.
halef: Birinin ardından gelip onun makamına geçen kimse, ardıl, selef karşıtı.
Arvanid: Arnavutluk.
temerküz: bir yerde toplanma.
aksülamel: tepki, reaksiyon.
ihtiyari: seçime bağlı.
cülus: tahta oturma.
izmihlal: yıkılma, çökme.
tarik: yol.
mukarrer: kararlaştırılmış.
matuf: bir yöne eğilmiş.
mübeşşir: müjde getiren.
müteallik: ilişkin.
mahreç: çıkış yeri.
ihtida: başka bir dinden çıkıp Müslüman olma.
imamet: imamlık.
mütevelli: Bir vakfın yönetimi kendisine verilmiş olan kimse.
kayyum: cami hizmetlisi.
takrir: anlatma, ders verme.
hanende: şarkıcı.
vekilharç: kesedar.
nakip: Bir kavmin, kabilenin başkanı veya onun vekili.
mezkur: adı geçen.
mukataa: Osmanlı İmparatorluğun’da iltizam yöntemine göre kiralanan kaynaklara verilen ad.
mültezim: İltizam yöntemine göre kendi nam ve hesabına vergi toplama görev ve yetkisi verilen kişi.
iltizam: Hazine malı bir gelir kaynağının belli bir ücret karşılığında kişilere satılması yöntemi.
tevliyet: vakıf mallarına bakma görevi.
muahede: antlaşma.
müdellel: kanıtlanmış.
hilat: kaftan.
muhtasar: kısaltılmış olan.
istinsah: Yazma bir eseri el yazısıyla kopyalama.
kalyon: Yelkenle ve kürekle yol alan savaş gemilerinin en büyüğü.
Eretna Beyliği: Anadolu'nun Moğol istilasına uğramasından sonra Sivas ve Kayseri merkezli kurulan Anadolu Beyliği.
muhal: olamaz.
muvazene: denge.
muhatara: korku verici durum, tehlike.
mutedil: ılımlı.
mufassal: ayrıntılı.
ihsas: Üstü kapalı anlatma, sezdirme, ima.
galiz: kaba ve iğrenç.
meyus: üzgün.
mütenevvi: türlü, çeşitli.
teati: karşılıklı alıp verme.
calip: celp eden.
meşveret: Bir konu hakkında birinin düşüncesini sorma, danışma.
haşviyat: Sözde ve yazıda gereksiz olan bölümler.
inkişaf: gelişme.
tahfif: hafifletme.
mihver: önemli.
tahvil: dönüştürme.
tavzih: açıklama, aydınlatma.
telmih: Anlatılmak istenen şeyi söz arasında imalı olarak belli etme, açıkça söylememe.
şehname: Hükümdarların niteliklerini, üstün başarılarını anlatan, mesnevi biçiminde yazılmış manzume.
şekavet: haydutluk.
inkıraz: batma, dağılma.
avarız: Osmanlılarda önceleri yalnız olağanüstü durumlarda, sonraları ise sürekli olarak halktan toplanan vergi.
icmal: gösterge.
maruf: herkesçe bilinen.
müteferrik: ayrılmış.
teşmil: Kapsamına alma, genişletme, yayma.
kesif: yoğun.
müncer: Bir yana doğru çekilip sürüklenen.
vesaik: belgeler.
dynastic: hanedan.
asar: eserler.
münşeat: Sanatlı düz yazı veya mektupların toplandığı dergi.
mukabele: karşılık verme.
nakzetmek: bozmak.
ahkam: hükümler.
niza: çekişme.
müteveccih: yönelik.
iktibas: alıntı.
istintak: sorgu.
sarahat: açıklık.
temlik: mülk olarak verme.
muahhar: ertelenmiş.
fersude: eskimiş, yıpranmış.
muttali: haber almış.
sahih: gerçek, doğru.
fevt: elden çıkma, ölme.
strife: kavga.







25 Haziran 2014 Çarşamba

Düşün Bakalım / Çocuklar için Felsefi Sorular

Felsefe yapmak, çoooook yüksek seviyelerdeki adamların işi değilmiş. Çocuklar da felsefe yapıyor. Bazı sorular çok güzel bence.
İlk önce, neden felsefe yapalım? Yazarlara göre, "düşünmek, her şeyden önce keyif vermeli."
Beynini güçlü olana kira verme anlayışında olan bir çoğunluk var bence. Çünkü, garanti olan, güvende olmayı sağlayan, böyle bir anlayış. E böyle bir anlayışta, çocuklara, kendi düşüncesini oluşturma tutumu kazandırmak, ne kadar sağlıklı, tabi muamma; kabul ediyorum.

Bir soru: "Niçin korkarız?"
"Korku, fren midir; yoksa motor mu?"
Yazarlar şu sorularla yolu açıyorlar: "Ama yarışma kaybetmek gibi bir korkumuz olmasa, tutkuyla girer miydik yarışa? Ölümden korkmasak, mümkün olduğu kadar, hayatın tadını çıkarmaya çalışır mıydık?"

Bir soru daha: "Neden saçmalarız?"
Bence çok önemli bir soru: "Neyin saçmalık olduğuna kim karar verecek?"
"- Ana babalar ve öteki yetişkinler: Yetişkinler, bizim büyümemize yardımcı olmak için var. Neyin saçmalık olduğunu, neyin olmadığını genellikle bilirler.
- Kurallar ve yasalar
- Dostlar, arkadaşlar
- Biz kendimiz"

Bir soru daha: "Hayatta başarılı olmak ne demek?"
"Her konuda başarılı olamayız. Hayatta başarılı olmak için hiçbir zaman geç değildir. Hayatta başarılı olup olmadığımızı bir tek kendimiz söyleyebiliriz."

"Cesur olmak ne demek?"
"Korku, hayatımızda gereğinden fazla yer kaplarsa, özgür davranmamızı engeller. Korkuyu denetleyecek bir güç gerekir; o da cesarettir." Bu kavramları ilişkilendirmek hoşuma gitti:) "Korkmazsak, cesur olamıyormuşuz."

"Her durumda itaatkar olmak şart mı?"
"Yetişkinlerin hepsi, kendilerine körü körüne itaat edilecek kadar güvenilir değildir."

"Akıllı olmak ne demek?"
"Herkes hata yapar. Akıllı insan, hata yaptığını fark eden, bunu kabul eden ve hatalardan ders çıkarıp kendini geliştiren insandır."
"Akıllı insanlar ötekilerden daha mı iyidir?"
Ama en nazik, en merhametli olan?

"Her zaman nazik davranmak şart mı?"
"Çoğu kez, nazik davranırsak bizi daha çok seveceklerini düşünürüz. Ama bazen de, hayır demeyi bilemediğimiz için nazik davranırız."
"Kötülük yapan birine de nazik davranmak zorunda mıyız?"
Ben değilim; herkes kendi kararını versin. Madem üşenmiyor, kötülüğünü yapıyor; illa ki hesaplaşacağız.



19 Haziran 2014 Perşembe

Gürültü / Sesin Beşeri Tarihi

Sesin, insanoğlu için gerçekten, ilk çağlardan itibaren öyküsü anlatılmış.
Bi şuna bakın: Arkeologlar bir deney yapmış. "Deney sırasında etraflarını saran sesin ansızın değiştiğini hissettiklerinde fenerlerini yaktılar. Genelde tam bu noktada duvardaki veya tavandaki bir resimle karşılaştılar... Çarpıcı olansa, mağara nerede en ilginç sesi çıkarıyorsa, tarihöncesi sanatın en ilginç toplaşma noktasının da büyük bir ihtimalle orada bulunmasıydı."

Şunu Platon yazmış; dikkate değer:

"İnsanlar [yazı yazmayı] öğrenirse, ruhlarına unutkanlık aşılanır: Hafızalarını çalıştırmaktan vazgeçerler, çünkü artık kendi kendilerine bir şeyleri hatırlamaya çalışmaz, yazılı şeylere güvenirlerdi."

Bi de şuna bak:

"Ses, özellikle insan sesi sınırlandırılamaz. Söz bir kez söylendiğinde, artık tek bir insana değil, "bu dünyaya" ait hale gelir."

Peki iyi hatipler hakkında söylenen şu ne:

"İyi konuşamıyorsanız idareci olma şansınız yoktu. Gelgelelim iyi konuşmak, birçok erdemin yanı sıra, birçok günahı da kapsayabiliyordu. Oy kullanan halk, en başından itibaren, ikna edilmekle aldatılmak, teşvik edilmekle razı edilmek, coşturulmakla dolduruşa getirilmek arasında çok ince bir çizgi olduğunu biliyordu."

1552 tarihli İngiliz yasasına bak:

"Yasa, hiç kimsenin - en azından akşam saat dokuzdan sonra- karısını veya hizmetkarını döverek herhangi bir  "gürültü" yapmaması gerektiğini söylüyordu."

Velhasıl, kendi çapında iyi bi kitap. Zaten her kitabın müthiş derin olmasını bekleyemeyiz. Bu da kendi açısından iyi.

sözlük:

esrik: sarhoş
amplification: sesi yükseltme.
takdis: kutsal sayma.
püriten: Kutsal kitapları yeniden ve değişik bir anlayışla okumaya özen gösteren.

19 Mayıs 2014 Pazartesi

Tarihlenk

https://eksisozluk.com/yusuf-hakan-erdem--905774

"50 dakikalik ders boyunca tek dirsegini kursuye yaslamak suretiyle onunde 45 derece aciyla inen 450 kisilik amfiye ders anlatabilen, buna ragmen sirt-bel bolgesinde herhangi bir deformasyonu bulunmayan sabanci universitesi ogretim uyesi."

"amfi derslerinde dersin başladığı anda ses cikmamasina ragmen saylıns piliğz diyen, amfide ses çıkaranları parmakla göstererek çok pis rencide eden sabancı üniversitesi hocası."

Bu adamdan habersiz yaşamışım yıllarca; ama zararın neresinden dönsek kar.Levent Erden'in acaba'sında, bu adam neyin nesi diye bakıyordum, hatta bakmıyordum. Bir süre sonra fark ettim, ezber dışında, sırf araştırma yapmayı seven, bundan kaçınmayan bir adam olduğunu. Sonra bi baktım kitap yazmış. Aldım okudum. Ya, yazın dünyasında disiplini öğreneceğimiz bir kaynak, hem de bu disiplini unvana dönüştürme gayretine girmemiş bir kişi olarak da, çok dikkat edilesi.

En dikkat çeken kişilerin de hata eksik işler çıkarabileceğini burda çok net gördüm.

Hele şuna bak: "Metinleri üreten yazarlar ise, tam tersine, eleştiri pireleri tarafından ısırılmamanın huzuru ve rahatı içinde irileşiyor, irileştikleri oranda hantallaşıyorlar."

Nasıl güzel bir anlatımdır, olduğu gibi.

Uzun süredir yanlış öğretilen bir bilginin Cumhuriyet'ten önceye dayandığını ortaya koyduktan sonra şöyle diyor:

"Bunu önce Osmanlı, sonra da Cumhuriyet okullarının yanlış da olsa bir şeyi öğretmekteki başarısına yoruyorum."

"hoca kafeslemek" :)

Hocamın intihali anlatışı vurgulanmalı:

"Başkasının daha önce zahmetli bir araştırma süreci sonucunda bulup kullandığı ve referansını vererek ilim alemi ve kamuyla paylaştığı kaynakları, o kişiyi zikretmeden kullanma" "Araştırıcılar olarak, bizden önceki araştırıcıların geçmiş araştırmalarına gömülmüş kalmış emeklerini anmadığımız zaman bırakın onların hatırasına hürmetsizlik etmeyi, araştırma etiği açısından olsun doğru davranmış olur muyuz?"


Son'da hocam şunu söylüyor:

"İçsel olarak pek değer vermediğimiz, bir disiplin olarak çalışma kurallarını umursamadığımız, olgularına ve olaylarının akış sırasına saygı duymadığımız, okullarda adam gibi öğretme zahmetine katlanmadığımız tarihe yine de tuhaf bir düşkünlüğümüz var. Tarih konuşmayı, konuşmalarımızı, yazılarımızı tarih göndermeleriyle süslemeyi çok seviyoruz."

Bir bilim adamı ne çok merak eder; bu merak onu ne kadar zinde tutar; bunu görecek sadece galiba seni buldum hocam. İnşallah çoktur bu kişiler de, ben yanılıyorumdur. Ay nerdeyse hiç bulamayacaktım ilham alacağım kişiyi.
Bakalım, bilmediğim sözcükleri bu sefer öğrenebilecek miyim?

anakronik: Çağı geçmiş, çağa uymaz, eskimiş. Tarihlendirmede yanılgı içinde bulunan.
velut: doğurgan, verimli.
terkip: tamlama.
müessir: dokunaklı.
saki: İçkili toplantılarda içki dağıtan kimse.
palikarya: Rum kabadayısı.
reaya: Osmanlı İmparatorluğu
nda yönetime katılmayan, askeri sınıf dışında kalan, geçimini tarım ve ticaretle sağlayan kesim.
anakronizm: tarih yanılgısı.
İşkodra-Avlonya: Arnavutluk'ta şehirler.
musahhih: düzeltici.
ekalliyet: azınlık.
anasır: ögeler.
zimmi: İslam devleti tebaasında olan ve haraç veren Hristiyanlar, Yahudiler.
selef: bir görevde, bir makamda kendinden önce bulunmuş olan kimse, öncel, halef karşıtı.
halef: Birinin ardından gelip onun makamına geçen kimse, ardıl, selef karşıtı.
transkripsiyon: Çeviri yazı.
mutat: alışılmış.
ihtida: Başka bir dinden çıkıp Müslüman olma.
tebdil: değiştirme.
mutedil: ılımlı.
heterodoks: Kabul edilmiş din kurallarına aykırı.
istinsah: Yazma bir eseri el yazısıyla kopyalama.
naşir: yayımcı.
müreccah: yeğ.
bu meyanda: bu arada.
indi: Herkesçe kabul edilebilecek bir temele bağlanamayıp yalnız bir kişinin kendi kanısına dayanan.
tevellüt: İnsanın doğumu, doğduğu zaman.
mütevellit: Doğmuş, dünyaya gelmiş.
mufassal: ayrıntılı.
tevcih: yöneltme.
tehcir: Göç ettirme, göç etmesine sebep olma, sürme.
menhus: uğursuz.
malumatfuruş: bilgiçlik  taslayan.
tevil: yorumlama.
hassa: özellik.
müşir: haber veren.
mabeyin: Eski konaklarda harem ile selamlık arasındaki daire.
müverrih: tarihçi.
layuhti: Hata işlemeyen, yanlış yapmayan.
inşirah: İç açılması, gönül açılması, ferahlık.
berhudar: mutlu.
ibid. (Latin, short for ibidem, meaning "in the same place"); aynı yerde, aynı eserde.
Sic, "böyle" veya "bu şekilde" anlamına gelen 
Latince bir sözcük. Yazımda genellikle köşeli parantez içinde eğik yazı ile [sic] şeklinde gösterilir ve kendisinden önce gelen kelimenindeyimin ya da imlâ işaretinin hatalı yazılmadığını; orijinal metne sadık kalındığını belirtir.
kamilen: büsbütün, toptan.
prosopografi: 
özellikle tarihi şahsiyetlerin hayatını ve aile bağlantılarını arşiv kayıtlarına dayanarak ortaya çıkarma işi.
kamber: kılavuz.
mahfil: toplantı yeri.
ferik: tümgeneral.
tenkil: uzaklaştırma.
tecahül: bilmez gibi görünme.
müştemilat: eklentiler.
muhtasar: kısaltılmış olan.
kabala: 
Yahudilerde, yazılı olarak konulmuş olan Tanrı kanunlarının yanında, ağızdan ağıza geçen din buyruklarının, İbrani felsefesinin ve efsane yazılarının tamamı.
temrin: alıştırma.
onomastik: Özel adlar ve özellikle kişi adları bilimi.
zeban: dil.
ihata: kavrayış.
mülhem: içine doğmuş.
muhassala: elde edilen sonuç.
usare: öz su.
pogrom: soykırım.
saik: sebep, güdü.
salık: tavsiye.
bahusus: özellikle.
muazzep: acı, sıkıntı.
nehirsöyleşi: anlatılanlarla sınırlı kalan biyografi.
vulgarize: halk için yapılan.
mütearife: aksiyom. Başka bir önermeye geri götürülemeyen ve tanıtlanamayan, böyle bir geri götürme ve kanıtı da gerektirmeyip, kendiliğinden apaçık olan ve böyle olduğu için öteki önermelerin temeli ve öndayanağı olan temel önerme.
mütebahhir: Geniş, derin bilgisi olan.
tevarüs: Bir kimseden miras kalma, mirasa konma.
pencik: Asker yetiştirilmek için savaş tutsaklarından beşte bir oranında ayrılan acemi oğlanı adayı.
muhtasar: kısaltılmış olan.
ricat: vazgeçme.
muhasara: kuşatma.
fütuhat: fetihler.
layiha: Herhangi bir konuda bir görüş ve düşünceyi bildiren yazı.
rana: Güzel, göze hoş görünen.
tevil: Bir sözü veya davranışı görünür anlamından başka bir anlamda kabul etme, çevri.
tedvin: derleme.
ikdam: Gayretle çalışma, sürekli uğraşma.
maruf: belli.
irtikap: Kötü iş yapma, kötülük etme.
terettüp: Gerekme, icap etme.
post scriptum: 
After the written part.
mimesis: benzetme, öykünme.
knez: 
Eflaklılar'da babadan oğula geçen bucak kethüdalığı.
kethüda: Zengin kimselerin ve devlet büyüklerinin buyruğunda çalışan, onların birtakım işlerini gören kimse, kâhya.
mebruk: kutlanacak kimse.
vukuf: anlama, bilme.
teşmil: Kapsamına alma, genişletme, yayma.
muttali: Öğrenmiş, haber almış, bilgi edinmiş.
sitayiş: övme.
siyak: sözün gelişi, anlatım biçimi.
sirkat: hırsızlık.
iktibas: ödünç alma.
mahdut: sayısı belli, basit.
olca: ganimet.
sathi: yüzeysel.
afif: dürüst.
cebel: sahipsiz, boş toprak.
salname: yıllık.
ceride: kayıt defteri.
liva: sancak.
dar: yurt.
intisap: bağlanma, kapılanma.
mabat: bitmemiş yazı, devam.
şukka: mektup.
telhis: Sadrazamın, bir sorunu kendi düşünceleriyle birlikte özet halinde yazarak padişaha sunduğu kâğıt.
ruzname: günlük olayların yazıldığı defter.
bendegan: kullar, köleler.
mebzul: bol, çok.
istikraz: borçlanma.
vükela: Osmanlı Devleti'nde bakanlar, vekiller.
mutasarrıf: Tanzimattan sonra, Osmanlı yönetim örgütünde sancakların yöneticisine verilen ad.
musahip: Tatlı konuşmaları ile büyüklerin, özellikle padişahların güzel zaman geçirmelerini sağlamakla görevli kimselere verilen unvan.
serencam: akıbet.
patetik: dokunaklı.
kavl: Yıkılmağa yüz tutmuş yapı.
mostra: göstermelik, model.
müteverrim: veremli.
muaşaka: Birbirini karşılıklı sevme, sevişme, âşıktaşlık.
karine: ipucu.
tezyin: süsleme.