günlerin içinden
18 Haziran 2016 Cumartesi
Zaman Sihirbazı
Zaman hakkında mutlaka düşünmüşümdür bir çocuk olarak. Ama şu an ne düşünmüş olduğumu hatırlamıyorum. Bu kitapla belki hatırlarım demiştim. Hayır, daha çok, bilmediğim bir bakış ile hiç düşünmediğim bir anlatım şekli ile karşılamış oldum.
Kahramanımız 6 yaşında, Anton. "Zamanı hep orda". Kafasını karıştıran en büyük mesele, kendisinin zamanı çok varken, büyüklerin zamanı neden çok kıt. Buna eklenen sorun da, saati okuyamamak.
Anton'un arkadaşı olduğu için tanıdığımız Mari, gerçekten zor durumda. Annesi, onu nefes almasına fırsat tanımadan etkinlikten kursa, derse koşturuyor. "Mari son zamanlarda akşamları ve hatta hafta sonları hiç durmadan birçok şey yapıp öğrenmek zorunda olduğu için Anton onun yarım bir arkadaş olduğunu düşünüyordu."
Burda özel olan şeylerden biri, duyguların bir çocuğa uygun bir şekilde somutlaştırılması. Mesela Anton istemeden başkasını üzecek bir şey yaptığını düşündüğünde, karnında bir kirpi meydana geliyor. Midesinde şişen kirpi balığı Anton'u rahatsız ediyor ve bu rahatsızlığı aşmanın yolu da özür dilemek.
Anton'un saat kaç sorusuyla kıvranması, bence çok hoş: "Saat kaçtı ki şimdi? Şu uzun olan çubuk dörtle beşin arasında duruyordu, kısa olansa sekize yaklaşıyordu. Yani bu durumda saat olsa olsa dört, beş ve sekiz arasında bir şeydi."
Anton bir hafta sonu, henüz annesi uyurken uyanmıştı ve saat kaç olursa olsun, bu Anton'a göre kahvaltı zamanıydı.
"Üf be anne, saatin kaç olduğunun farkında mısın? " Anton bu soruyu soranın bu kez kendisi olmasından memnundu.
"Niye ki, kaç?" diye sordu annesi telaşla.
"Kahvaltıdan hemen önce!"
"Tüm büyükler! Hiç birinin bol vakti yoktu, hatta hiç mi hiç zamanları olmuyordu, bu yüzden de durmadan saate bakıyorlardı. Anton'sa bunu garip buluyordu. Onun zamanı vardı. Arkadaşlarının da. Ve hiçbiri saate bakmıyordu. Yani, neredeyse hiç. Daha çok başlarına gelecek yeni bir maceranın peşine takılmakla meşgullerdi."
Anton büyükbabasıyla görüşünce bu konudaki sorularını ona sordu.
"Ama ben saatleri öğrenmek istemiyorum. O zaman bir daha ASLA vaktim olmaz da ondan! Saat okuyabilenlerin hiç zamanı olmuyor. Sadece çocukların vakti var. Çünkü saatleri bilmiyorlar."
Büyükbabası, bunun karşısında, "benim zamanım var, çünkü onu kendime ayırıyorum" dedi. "Saatleri öğrenmek kötü birşey değildir, Anton. Çünkü sadece saat okumayı öğrendiğinde kendine zaman ayırabilirsin."
Anton'un bu kafa karışıklığı bana da yararlı oldu. Hiç bu konuda, büyükbabası gibi net düşünmemiştim.
Güzel olan bir şey de, yıl kavramını bilmeyen bir çocuğa, bunun nasıl anlatılacağı:
"Bir yılda 1 x doğum günü, 1 x yılbaşı ve 1 x anneler günü, 1 x babalar günü kutlarsın."
6 Mart 2016 Pazar
Vakit Öldürmek / Feyerabend
Bilim insanı olmak hakkında hep düşünmüşümdür. Neden çok şey biliyorlar? Eğer onlar biliyorlarsa, biz neden bilmeyelim? Hep bunları sormuşumdur kendime. Bu sorulara, şunları eklemeliyiz: Gerçekten çok şey biliyorlar mı? Bilseler bile, bu onları hangi kata yükseltebilir?
Bence, çok şey bilmek özel bir durum. Saygıyı hak ediyor. Zaten saygı duyuyorum buna. Hayranlık da duyuyorum. Ama bu kişilerin de bir insan olarak bizimle aynı seviyede yaşadıklarını görmeye, bunun doğal olduğunu okumaya ihtiyacım vardı. Feyerabend, herkes gibi biri olarak bu diyardan gelip geçerken hayatı nasıl algıladığını yazmış. Bu iyi geldi. Çok şey bilmek istemek, tamam. Bunun için çabalamak, tamam. Fakat bununla beraber, ortalıkta, hayatın içinde, yerkürede dolaşan bir garip kişi olarak, bir maceraperest insan, Feyerabend. Neyi sevdiyse, neyi sevmediyse yazmış. İyi ki okumuşum.
11 Şubat 2016 Perşembe
Sherlock Holmes Gibi Düşünmek
Çok iddialı ve davetkar bir başlık. Tabi mesajı alıp hemen okumaya başladım. Biraz uzun sürdü ama, terk etmemek çok iyi olmuş. Bütün bir kitap şunu vurguluyor: Dikkat. Çok önemli ve dikkatin sürmesini sağlamak için çaba harcamak lazım.
Neye dikkat ederiz? Önemsediğimiz şeye.
Holmes bu konunun neresinde? Holmes ve ortağı Watson, bizim her birimizde var olan iki sisteme isim veriyorlar. Kendi tutumlarımızı, onların tiplemeleriyle isimlendirmiş oluyoruz. Holmes sistemimiz var ve aynı zamanda Watson sistemimiz de var. Biz hangi sistemin başat olmasına müsaade edersek, o öncü olup davranışlarımızı belirler.
Yaptığımız işe dikkatle yaklaşıyorsak, o an aktif olan sistemimiz Holmes sistemi. Eğer yoğunlaşmamış, odaklanmamışsak Watson sistemimiz direksiyonda.
William James şöyle demiş: "Dağılan dikkati bilinçli bir şekilde, üst üste defalarca toparlayabilme kabiliyeti, muhakeme, karakter ve iradenin temelidir. Bu kabiliyeti geliştirmeye yarayan eğitim, mükemmel eğitimdir."
"Çocukken hepimiz fevkalade uyanığızdır. Çünkü aynı anda hem motive, hem de kendimizi vermiş durumdayızdır."
"Hiç birimizin beyni Holmes gibi düşünmeye doğuştan hazır değil. Fakat öte yandan, yeni düşünce alışkanlıkları, hem öğrenilebilen, hem de uygulanabilen bir şey."
"Watson Sistemi'nden Holmes Sistemi'nin kurallarına dayalı bir düşünme biçimine geçmek için farkındalık artı motivasyon lazım (Ve bir de bol bol egzersiz). "
"Hafızamız bile motive olup olmadığımızın farkındadır: Anının oluştuğu sırada motiveysek, onu çok daha iyi hatırlarız. Buna motive kodlama denir."
Beyinde bize yardım eden bilgilerin depolandığı yere beynin çatı katı deniyor bu kitapta. "Bir şey gördüğümüzde, bu, ilk önce beyin tarafından kodlanır ve ardından hipokampüste depo edilir. Hipokampüsü, çatı katının giriş noktası olarak hayal edin. Bir daha ihtiyacınız olacak mı, olmayacak mı bilmeden her şeyi öylece bıraktığınız ilk yer burası. Sizin önemli bulduğunuz ya da beyninizin geçmiş deneyim ve direktiflere bağlı olarak bir şekilde saklamaya değer gördüğü şeyler de, bu çatı katının içinde özel bir dosyaya konup, özel bir kutunun içine kaldırılacak. Yani beyin korteksinde belirli bir kompartımana yerleştirilecek; burası sizin çatı katınızdaki depo alanının esas kısmı, uzun süreli hafızanız. Buna konsolidasyon diyoruz. Depoladığınız belirli bir anıdan tekrar faydalanmak istediğinizde, zihniniz doğru dosyayı bulup içinden anıyı çıkarıyor. Bazen arada yanındaki dosyayı da çekip, kutunun içindekileri ya da yanında ne varsa hepsini aktive ediyor. Buna da çağrışımsal aktivasyon diyoruz. Bazen dosya elimizden kayıyor ve biz onu yerden kaldırıp da ışığa tutana kadar içine koyduğumuz bilgiler onu depoladığımız zamana göre değişmiş oluyor. Ve bazen siz bu değişimi fark etmeyebiliyorsunuz. Her halükarda, dosyaya bir bakıyorsunuz ve onunla alakalı yeni bir bilgi varsa, onu da içine ekliyorsunuz. Sonra da bu değişmiş haliyle tekrar yerine kaldırıyorsunuz. İşte bu aşamalara da sırasıyla geri alım ve tekrar konsolidasyon diyoruz."
"Günü geldiğinde hafızanıza yerleştirdiğiniz anının birebir aynısını geri alacağınızı sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. İçine kondukları kutunun her hareketiyle içeriğin de yeri değişir, tipi değişir ve yeni bir form alır."
"Bir şeyi yeteri kadar uzun süre unutursanız, onu bir daha hatırlamaya çalıştığınızda tamamen kaybolup gitmiş olabilir. Ama hala çatı katında bir yerde, buna emin olabilirsiniz."
"Dünyanın elekten geçirilmemiş bir halde öylece beynimizin çatı katına hücum etmesine izin verip önüne çıkan her veriyle ya da ilgi alanımız veya o anki alakamız doğrultusunda doğal olarak bize cazip gelen her şeyle çatımızın içini doldurmak aslında çok kolay. Standart sistem modumuzda, yani Watson Sistemi'ndeyken, depolayacağımız anıları "seçmeyiz." Onlar kendi kendilerini depolarlar."
Şu çok güzel ve öz:
"Bildiğimiz her şey, yeri geldiğinde hatırladıklarımızla sınırlıdır. Diğer bir deyişle, ihtiyacımız olduğu anda hatırlayamadıktan sonra, dünyanın bilgisine de sahip olsak, bize fayda etmez."
"Alakadar ve motive olduğumuz zamanlarda daha iyi hatırlarız."
Şu da üzerinde düşünmeye değer:
"Davranışlarımızın nedeninin farkına vardığımızda, o nedenin üzerimizdeki etkisi sona erer."
"Fikirlerin etkileşimi ve bilginin değişik açılardan değerlendirilmesi genelde sıradışı bir merakın neticesidir."
Bazen kafamızın neden karıştığını şu açıklıyor olabilir mi?
"Olasılığa dayalı muhakeme sol yarımkürede lokalize olmuş gibi dururken, tümdengelim daha çok sağ yarımkürede aktif olan bir işlem."
"Dişe dokunur bir iş başardığımızı sandığımız anda, beynimizdeki Watson'un şöyle bir dinlenip, büyük başarısından ötürü kendini mükafatlandırmaktan daha çok hoşuna gidecek bir şey yoktur. Zira asıl amacınıza ulaştıktan sonra niye kendinizi yorup daha fazla ileri gidesiniz ki?"
"İnsan öğreniminin en büyük tetikleyicisi, ödül beklentisi hatası olarak bilinen RPE (Reward Prediction Error)'dir."
"Ama derken her şey bir anda duruverir. Yolda bir yere çarpmadan araba kullandığıma şaşırmam. Klavye kullanırken yazım hatası yapmadığıma şaşırmam. Zaten en başından bunu yapabileceğimi biliyorum. Bu yüzden RPE de yok. RPE yoksa dopamin de yok. Keyif de. Daha fazlasını öğrenme isteği de. Hem nörolojik hem de bilinç düzeyinde uygun bir seviyeye gelmişiz ve bilmemiz gereken her şeyi öğrendiğimize karar vermişiz."
"Bize bir şey yapmakla hiçbir şey yapmamak arasında bir tercih yapma hakkı verildiğinde, hiç bir şeyi seçiyoruz- ve bunun aslında bir şey yapmak olduğunu unutuyoruz."
"Ne kadar iyiysek, ne kadar iyileşmişsek, ne kadar çok öğrenmişsek, artık dinlenme arzusu da o kadar güçlü oluyor. Bir şekilde bunu hak etmişiz gibi hissediyoruz. Halbuki bu kendimize yapabileceğimiz en büyük kötülük, ama fark edemiyoruz."
"Alışkanlık faydalıdır. Öte yandan, alışkanlık dediğimiz olguyla dikkatsizlik arasında son derece ince bir çizgi vardır."
"Kendinize yapabileceğiniz en büyük iyilik, ister atalet, ister aşırı özgüven yüzünden olsun, öyle ya da böyle, bir noktada çuvallayacağınızı bilmek ve öğrenmeye devam etmektir."
"Psikolog Jonathan Haidt: "Kendi inançlarımıza meydan okuyan kanıtlar aramakta çok beceriksiziz ama çok şükür ki, biz nasıl başarılı bir şekilde başkalarının inançlarında hata bulabiliyorsak, başkaları da aynı iyiliği bize yapıyor."
18 Temmuz 2015 Cumartesi
27 Mayıs 2015 Çarşamba
9 Mayıs 2015 Cumartesi
panoptikon - jenni fagan
Bu kitapta, Anais şahsında, ailesiyle ilgili hiç bir bilgiye sahip olmayan bir çocuğun duyguları ve düşünceleri var. Bu kız, bir deney bileşeni olduğunu düşünüyor.
"Sırf hiçbir yere ait olmayan kimsesiz birinin ne kadar zorluğa katlanabileceğini görmek için bir deney çerçevesinde beni yaratıp büyüttüler. Hiçbir şeye sahip olmamak matrak bir şey; kaybedeceğim bir şeyin olmadığı anlamına geliyor."
Bir şeyi yoksa da bir zihni var:
"Hayali fotoğraf makinemle resmini çektim ve hayali galerime astım."
"Acaba, biyolojik annem gerçek doğum günümde beni düşünüyor mudur? Veya belki de bir bilim insanı bir deney tüpüne şefkatle bakıyordur."
"Eğer idam cezasına çarptırılırsam son üç dileğim şöyle olur:
Birincisi: uçmak.
İkincisi: bir başarı elde etmek.
Üçüncüsü: gerçek annemin, babamın veya büyükannemin gözlerinin içine bakarak, gerçekten de beni üretenin deney olmadığını anlamak."
"Ya deney yoksa? Ya benim hayatım kimse için hiçbir önem arz etmeyecek kadar değersizse?"
İşte bu çok acı verici olduğu için, doğum günü oyunu oynuyor. Bu oyun şöyle oynanıyor: Şöyle bir annem var; böyle de bir babam olsun. Şöyle şöyle teyzelerim var; biri şurada, diğeri burada oturuyor. İşte bu ayrıntıları her oyunda değiştiriyor.
"Sırf hiçbir yere ait olmayan kimsesiz birinin ne kadar zorluğa katlanabileceğini görmek için bir deney çerçevesinde beni yaratıp büyüttüler. Hiçbir şeye sahip olmamak matrak bir şey; kaybedeceğim bir şeyin olmadığı anlamına geliyor."
Bir şeyi yoksa da bir zihni var:
"Hayali fotoğraf makinemle resmini çektim ve hayali galerime astım."
"Acaba, biyolojik annem gerçek doğum günümde beni düşünüyor mudur? Veya belki de bir bilim insanı bir deney tüpüne şefkatle bakıyordur."
"Eğer idam cezasına çarptırılırsam son üç dileğim şöyle olur:
Birincisi: uçmak.
İkincisi: bir başarı elde etmek.
Üçüncüsü: gerçek annemin, babamın veya büyükannemin gözlerinin içine bakarak, gerçekten de beni üretenin deney olmadığını anlamak."
"Ya deney yoksa? Ya benim hayatım kimse için hiçbir önem arz etmeyecek kadar değersizse?"
İşte bu çok acı verici olduğu için, doğum günü oyunu oynuyor. Bu oyun şöyle oynanıyor: Şöyle bir annem var; böyle de bir babam olsun. Şöyle şöyle teyzelerim var; biri şurada, diğeri burada oturuyor. İşte bu ayrıntıları her oyunda değiştiriyor.
4 Nisan 2015 Cumartesi
Narsisizm Gerçek Benliğin İnkarı
Neden? Hakkında çok atılıp tutulan narsisizm neden vardır; neden meydana gelir? Asıl soru'nun bu olduğunu bu kitapla anladım. Ve aynaya baktığında ya da çevresinde maruz kaldıklarında da olsa, böyle bir sorunun herkesi olumsuz etkileme ihtimali var.
"Başarı gereksinimini sevme ve sevilme ihtiyacının üstüne koyan davranış kalıbında çılgınca bir yan vardır. Kendisine, vücuduna ya da duygularına ulaşılmasına izin vermeyen insanda çılgınca bir şeyler vardır. Daha yüksek yaşam standardı adına havayı, suyu ve toprağı kirleten bir kültürde de çılgınca bir şeyler vardır."
Evet, hep birbirimize bakıp olan bitenin normalliğine ikna oluyoruz belki, ama bunlar çılgınca.
Ben bu yazar sayesinde şunu anladım: Bireyin bir gerçek benliği var. Bu, bedeni, bedeninde mevcut duygularla somut bir gerçeklik. İnkar edilemez. Edilememeli. Ama ediliyor işte. Ne uğruna gerçek benlik ve duygular inkar ediliyor? Kişi, kendisini idealize ettiği bir imgeye sahip. Mesela, toplumda ne hoş karşılanmaz? Bazı kişiler için korktuğunu söylemek ölümden beterdir. Bu nedenle korku inkar edilir. Bazı kişiler için öfke, kıskançlık duyguları kabul edilemezdir. Bu, kişinin idealize ettiği imgesinde yer alamaz. İşte, idealize imgenin kovduğu bu duyguları, bu gerçeklikleri, kişi yok sayar.
"Asıl olan şey, narsisistin kendisini idealize ettiği imgesiyle tanımlamasıdır. Gerçek benlik imgesi kaybolmuştur."
Ama bu çok ağır bir şey. Duygular olmaksızın biz nasıl var olabiliriz? Duygular ve dolayısıyla bedenimiz, bize hayat, canlılık verir. Narsisistler ise, "bedeni zihnin bir aracı, iradelerinin uşağı olarak görürler."
"Narsisizm, insanın kendisine karşı imgesine yaptığı yatırımı gösterir."
Yani, bir gerçek benliğimiz var, bir de görüntümüz. Enerjisini görüntüsüne harcayan birinin enerjisi bitiveriyor: "Tüm enerjisini görüntüsünü muhafaza etmek için kullanan Mary, tükenmiş ve gerçek benliğiyle arasındaki bağ zayıflamıştı."
"Narsisistik bir bireyde eylemler duygulardan ayrıdır ve imge tarafından haklı çıkarılırlar."
"Narsisisti karakterize eden gösterişli benlik imgesi, benlikle ilgili yetersizlik ve etkisizlik duygusunu telafi etmek için oluşturulmuştur."
İmge varsa ne olmuş, diyebiliriz. De, "imge, acizdir; kendi başına bir gücü yoktur." Bu nedenle, kişinin gücü boşa gitmiş oluyor.
"Kuvvetli duyguların etkili gücünden yoksun olan narsisist, eksikliğini giderebilmek için güç ihtiyacı ve arayışı içindedir."
"Gücün önemli rol oynadığı bir ilişkide sevgi olamaz."
"Güç oyunu oynayanlar neden hiçbir zaman yeterince güç sahibi hissetmiyormuş gibi görünürler? Bu soruya cevap verebilmek için tanımlamanın ego düzeyinde geçerli, bedensel düzeyde ise bir hayal olduğunu anlamalıyız. Güç imgeye enerji verebilir, ancak benlik ve duygular üzerinde hiçbir anlamı yoktur. İmgeye aşırı yatırım benliği zayıflatır."
Peki duygularımızı nasıl kaybediyoruz? Daha doğrusu onlar her zaman bizimle, ama biz onları nasıl görünmez hale getiriyoruz? "Ebeveynler, çocuğa ağlamayı kesmemesi halinde ağlamasına neden olacak bir şey yapacaklarını söyleyerek açık bir düşmanlık sergiler ve ağlamasını durdurmak için çocuğa vururlar. Böyle bir tepkiyle karşılaşan çocuk ağlamaya nasıl devam edebilir? Bunun da ötesinde, çocuk gülümseyene kadar kimsenin onu sevmeyeceği fikrini aşılayan anne babalar bile vardır. Hastalarımın ağlamakta zorlanması beni şaşırtmıyor."
"Her birimiz, bizi diğer insanlardan ayıran özelliklerimiz ve kabiliyetlerimizle eşsiziz. Ancak bu bizi özel yapmaz, çünkü diğerlerinin de bizim sahip olmadığımız birtakım özelliklere ve yeteneklere sahip olduklarını biliriz. Eğer akıllıysak kimliğimizi özel yeteneklerimizin üzerine inşa etmeyiz."
"Bir insan özel olabilmek için hislerini inkar etmek zorundadır, çünkü onlar da olağandır. Herkes sever, nefret eder, öfkelenir, üzülür, korkar vb. Özel insan bedenin ve onun hislerinin üzerindedir."
"Kişinin asıl gereksinimleri imge yoluyla asla tatmin edilemez."
"Ebeveynler sevgisiz bir yaklaşım gösterdiklerinde çocuk bir delilik durumu içinde olduğunu hisseder. Bu bir anlam ifade etmez. Fakat bir çocuk annesine, 'Bak deli gibi davranıyorsun, beni sevmen gerekir,' diyebilir mi? Çocuk bunu söylese bile annesi şöyle cevap verebilir: 'Seni seviyorum ama sen kötü bir çocuksun.' İyi ve kötü, çocuğun yavaş yavaş öğrenebileceği karmaşık kavramlardır. Çocuğun o anki tepkisi şöyle düşünmek olur: 'Benimle ilgili yanlış bir şey olmalı. Deli olmalıyım, çünkü her ne yaparsam yapayım annemin beni bunlardan bağımsız olarak sevmesini bekledim.' Anne gerçekliğin son yargıcı olduğundan, çocuk onun konumunu anlamlı ve sağlıklı olarak kabul etmelidir. Dolayısıyla çocuğun doğal olarak hissettiği sevgi ve özlem duygusu bir delilikmiş gibi görünmeye başlar."
Bu, bize ebeveyn kabul-red olayının ilerde ne tür tahribatlara götürebileceğini gösteriyor.
"İnsan yalnızca duygularını ifade ederek gerçek benliğiyle temas kurabilir. Bu yavaşça ilerleyen bir çalışmadır, fakat hem fiziksel savunmaların (kas gerilimleri) hem de psikolojik savunmaların (inkarlar) azaltılması gerekir."
"Anne veya babasının, ihtiyaçlarına tepki göstermemesini ne bir bebek ne de bir çocuk anlayabilir. Çocuğun gerçeklik hissi altüst olur."
Gelelim ceza meselesine:
Ceza uygulanmalı mı, uygulanmamalı mı; çok sorulan bir sorudur. İşte sana kriter: Cezayı kendini tatmin etmek için mi verdin; yoksa karşındaki kişi öğrensin diye mi?
"Çocuk yetiştirmede cezaya yer verilebilir, ancak birçok vakada ceza, ebeveynin baskı altındaki öfke ve hiddetinin terbiye etme kisvesi altında boşaltılmasına hizmet eder. Çaresiz ve bağımlı olan çocuk bunu kabul etmelidir ya da daha büyük bir hiddet riskini göze almalıdır. Bu tür bir uygulamaya maruz kalan çocuğun kişiliğine ne olur?"
"Çocuklar, oyunların onlara vereceği zevklerin tamamını hissedebilmeleri için, öğrenme gibi bir gizli amaç olmaksızın rahat bırakılmalıdırlar."
"İmge canlılığın antitezidir ve bu nedenle imge çok büyük bir önem kazandığında canlılık bu durumdan zarar görür."
"'İyi' yaşamın gerçekdışılığı, görüntüsüne ve zevk tuzaklarına rağmen, neşesiz oluşunda yatar. Maui adasındaki Kaanapali kentinde harika bir lüks otel olan Hyatt Hotel'deki insanlara baktığım zaman, yüzlerinde ve bedenlerinde neşeden bir iz bulamadım. Havuzda oynayan çocuklar hariç, tatil yapanların gözünde hayat dolu bir pırıltı göremedim. Bu genel gözlem orada bulunan herkes için geçerli olmayabilir, ancak 'iyi' yaşamın histen çok bir gösteri olduğu varsayımımı destekliyor."
"Eminim bazılarımız egoyu direksiyondan alıp arka koltuğa geçirdiğimiz ve içimizdeki çocuğu kahkaha atıp sevmesi için serbest bıraktığımız anlarda sevinci hissetmişizdir. ne yazık ki masumiyetimizi çok çabuk kaybediyoruz ve bu kaybı ödüllendiriyor olmamız çok daha büyük bir talihsizlik. Bizi alay edilebilir ve incinebilir kıldığından masum olmayı istemeyiz. Tecrübeli olmayı isteriz, bu bize üstün olduğumuzu hissettirir."
Neticede, üç nokta arka arkaya..
"Başarı gereksinimini sevme ve sevilme ihtiyacının üstüne koyan davranış kalıbında çılgınca bir yan vardır. Kendisine, vücuduna ya da duygularına ulaşılmasına izin vermeyen insanda çılgınca bir şeyler vardır. Daha yüksek yaşam standardı adına havayı, suyu ve toprağı kirleten bir kültürde de çılgınca bir şeyler vardır."
Evet, hep birbirimize bakıp olan bitenin normalliğine ikna oluyoruz belki, ama bunlar çılgınca.
Ben bu yazar sayesinde şunu anladım: Bireyin bir gerçek benliği var. Bu, bedeni, bedeninde mevcut duygularla somut bir gerçeklik. İnkar edilemez. Edilememeli. Ama ediliyor işte. Ne uğruna gerçek benlik ve duygular inkar ediliyor? Kişi, kendisini idealize ettiği bir imgeye sahip. Mesela, toplumda ne hoş karşılanmaz? Bazı kişiler için korktuğunu söylemek ölümden beterdir. Bu nedenle korku inkar edilir. Bazı kişiler için öfke, kıskançlık duyguları kabul edilemezdir. Bu, kişinin idealize ettiği imgesinde yer alamaz. İşte, idealize imgenin kovduğu bu duyguları, bu gerçeklikleri, kişi yok sayar.
"Asıl olan şey, narsisistin kendisini idealize ettiği imgesiyle tanımlamasıdır. Gerçek benlik imgesi kaybolmuştur."
Ama bu çok ağır bir şey. Duygular olmaksızın biz nasıl var olabiliriz? Duygular ve dolayısıyla bedenimiz, bize hayat, canlılık verir. Narsisistler ise, "bedeni zihnin bir aracı, iradelerinin uşağı olarak görürler."
"Narsisizm, insanın kendisine karşı imgesine yaptığı yatırımı gösterir."
Yani, bir gerçek benliğimiz var, bir de görüntümüz. Enerjisini görüntüsüne harcayan birinin enerjisi bitiveriyor: "Tüm enerjisini görüntüsünü muhafaza etmek için kullanan Mary, tükenmiş ve gerçek benliğiyle arasındaki bağ zayıflamıştı."
"Narsisistik bir bireyde eylemler duygulardan ayrıdır ve imge tarafından haklı çıkarılırlar."
"Narsisisti karakterize eden gösterişli benlik imgesi, benlikle ilgili yetersizlik ve etkisizlik duygusunu telafi etmek için oluşturulmuştur."
İmge varsa ne olmuş, diyebiliriz. De, "imge, acizdir; kendi başına bir gücü yoktur." Bu nedenle, kişinin gücü boşa gitmiş oluyor.
"Kuvvetli duyguların etkili gücünden yoksun olan narsisist, eksikliğini giderebilmek için güç ihtiyacı ve arayışı içindedir."
"Gücün önemli rol oynadığı bir ilişkide sevgi olamaz."
"Güç oyunu oynayanlar neden hiçbir zaman yeterince güç sahibi hissetmiyormuş gibi görünürler? Bu soruya cevap verebilmek için tanımlamanın ego düzeyinde geçerli, bedensel düzeyde ise bir hayal olduğunu anlamalıyız. Güç imgeye enerji verebilir, ancak benlik ve duygular üzerinde hiçbir anlamı yoktur. İmgeye aşırı yatırım benliği zayıflatır."
Peki duygularımızı nasıl kaybediyoruz? Daha doğrusu onlar her zaman bizimle, ama biz onları nasıl görünmez hale getiriyoruz? "Ebeveynler, çocuğa ağlamayı kesmemesi halinde ağlamasına neden olacak bir şey yapacaklarını söyleyerek açık bir düşmanlık sergiler ve ağlamasını durdurmak için çocuğa vururlar. Böyle bir tepkiyle karşılaşan çocuk ağlamaya nasıl devam edebilir? Bunun da ötesinde, çocuk gülümseyene kadar kimsenin onu sevmeyeceği fikrini aşılayan anne babalar bile vardır. Hastalarımın ağlamakta zorlanması beni şaşırtmıyor."
"Her birimiz, bizi diğer insanlardan ayıran özelliklerimiz ve kabiliyetlerimizle eşsiziz. Ancak bu bizi özel yapmaz, çünkü diğerlerinin de bizim sahip olmadığımız birtakım özelliklere ve yeteneklere sahip olduklarını biliriz. Eğer akıllıysak kimliğimizi özel yeteneklerimizin üzerine inşa etmeyiz."
"Bir insan özel olabilmek için hislerini inkar etmek zorundadır, çünkü onlar da olağandır. Herkes sever, nefret eder, öfkelenir, üzülür, korkar vb. Özel insan bedenin ve onun hislerinin üzerindedir."
"Kişinin asıl gereksinimleri imge yoluyla asla tatmin edilemez."
"Ebeveynler sevgisiz bir yaklaşım gösterdiklerinde çocuk bir delilik durumu içinde olduğunu hisseder. Bu bir anlam ifade etmez. Fakat bir çocuk annesine, 'Bak deli gibi davranıyorsun, beni sevmen gerekir,' diyebilir mi? Çocuk bunu söylese bile annesi şöyle cevap verebilir: 'Seni seviyorum ama sen kötü bir çocuksun.' İyi ve kötü, çocuğun yavaş yavaş öğrenebileceği karmaşık kavramlardır. Çocuğun o anki tepkisi şöyle düşünmek olur: 'Benimle ilgili yanlış bir şey olmalı. Deli olmalıyım, çünkü her ne yaparsam yapayım annemin beni bunlardan bağımsız olarak sevmesini bekledim.' Anne gerçekliğin son yargıcı olduğundan, çocuk onun konumunu anlamlı ve sağlıklı olarak kabul etmelidir. Dolayısıyla çocuğun doğal olarak hissettiği sevgi ve özlem duygusu bir delilikmiş gibi görünmeye başlar."
Bu, bize ebeveyn kabul-red olayının ilerde ne tür tahribatlara götürebileceğini gösteriyor.
"İnsan yalnızca duygularını ifade ederek gerçek benliğiyle temas kurabilir. Bu yavaşça ilerleyen bir çalışmadır, fakat hem fiziksel savunmaların (kas gerilimleri) hem de psikolojik savunmaların (inkarlar) azaltılması gerekir."
"Anne veya babasının, ihtiyaçlarına tepki göstermemesini ne bir bebek ne de bir çocuk anlayabilir. Çocuğun gerçeklik hissi altüst olur."
Gelelim ceza meselesine:
Ceza uygulanmalı mı, uygulanmamalı mı; çok sorulan bir sorudur. İşte sana kriter: Cezayı kendini tatmin etmek için mi verdin; yoksa karşındaki kişi öğrensin diye mi?
"Çocuk yetiştirmede cezaya yer verilebilir, ancak birçok vakada ceza, ebeveynin baskı altındaki öfke ve hiddetinin terbiye etme kisvesi altında boşaltılmasına hizmet eder. Çaresiz ve bağımlı olan çocuk bunu kabul etmelidir ya da daha büyük bir hiddet riskini göze almalıdır. Bu tür bir uygulamaya maruz kalan çocuğun kişiliğine ne olur?"
"Çocuklar, oyunların onlara vereceği zevklerin tamamını hissedebilmeleri için, öğrenme gibi bir gizli amaç olmaksızın rahat bırakılmalıdırlar."
"İmge canlılığın antitezidir ve bu nedenle imge çok büyük bir önem kazandığında canlılık bu durumdan zarar görür."
"'İyi' yaşamın gerçekdışılığı, görüntüsüne ve zevk tuzaklarına rağmen, neşesiz oluşunda yatar. Maui adasındaki Kaanapali kentinde harika bir lüks otel olan Hyatt Hotel'deki insanlara baktığım zaman, yüzlerinde ve bedenlerinde neşeden bir iz bulamadım. Havuzda oynayan çocuklar hariç, tatil yapanların gözünde hayat dolu bir pırıltı göremedim. Bu genel gözlem orada bulunan herkes için geçerli olmayabilir, ancak 'iyi' yaşamın histen çok bir gösteri olduğu varsayımımı destekliyor."
"Eminim bazılarımız egoyu direksiyondan alıp arka koltuğa geçirdiğimiz ve içimizdeki çocuğu kahkaha atıp sevmesi için serbest bıraktığımız anlarda sevinci hissetmişizdir. ne yazık ki masumiyetimizi çok çabuk kaybediyoruz ve bu kaybı ödüllendiriyor olmamız çok daha büyük bir talihsizlik. Bizi alay edilebilir ve incinebilir kıldığından masum olmayı istemeyiz. Tecrübeli olmayı isteriz, bu bize üstün olduğumuzu hissettirir."
Neticede, üç nokta arka arkaya..
Kaydol:
Yorumlar (Atom)



