http://www.sabitfikir.com/dosyalar/russellin-nobel-konusmasi-hangi-arzular-daha-önemli
İsveçli kimyacı Alfred Nobel anısına 10 Aralık 1901'den beri ödül dağıtan
İsveç Akademisi, Leo Tolstoy, James Joyce, Virginia Woolf, Mark Twain, Joseph
Conrad, Anton Chekhov, Marcel Proust, Henry James, Henrik Ibsen, Emile Zola,
Robert Frost, W.H. Auden, F. Scott Fitzgerald, Jorge Luis Borges ve Vladimir
Nabokov'u atladığı için eleştirildi. Fakat Akademi, ödülü en az bu isimler kadar
hak eden William Faulkner, Ernest Hemingway, John Steinbeck, V.S. Naipaul, Doris
Lessing gibi birçok edebiyatçıyı ödüllendirdi.
Ödüle layık görülen edebiyatçılar da törenin yapıldığı gün yazarın
sorumluluklarına ilişkin konuştular. Peki, neler söylediler?
Bu soruya cevap olsun diye her hafta bir edebiyatçının, banket konuşmasını
yayınlamaya devam ediyoruz.
İşte, Bertrand Russell'ın ödül aldığı 1950 yılında yaptığı konuşma:
Hangi arzular siyaseten daha önemli?
Saygıdeğer majesteleri, bayanlar ve baylar,
Bu akşamki konuşmam için bu konuyu seçtim çünkü mevcut siyasi tartışmalarda
ve siyasi teorilerde psikolojiye yeterince yer verilmediğini düşünüyorum.
Ekonomik gelişmeler, nüfus istatistikleri, anayasal düzen ve daha niceleri
üzerinde daha çok duruluyor. Kore Savaşı başladığında orada kaç Kuzey Koreli ve
kaç Güney Koreli yaşadığını öğrenmek artık zor değil. Eğer doğru kitaplara
bakarsanız kişi başına düşen milli gelirlerinden tutun da kullandıkları
silahlara kadar bütün bilgileri bulabilirsiniz. Ama eğer Korelinin nasıl bir
insan olduğunu ya da Kuzey ve Güney Koreli arasında kayda değer bir fark bulunup
bulunmadığını, orada yaşamın nasıl olduğunu, orada yaşayanların mutsuzluklarını,
memnuniyetsizliklerini, umutlarını, korkularını öğrenmek isterseniz bakacak
kitap bulamazsınız. Ayrıca Güney Koreliler'in Birleşmiş Milletler'in
yardımlarından memnun olup olmadığını ve seçme şansları olsaydı komşuları
Kuzeyliler ile yaşamayı tercih edip etmeyeceklerini de söyleyemezsiniz. Ya da
toprak reformundan, adını daha önce hiç duymadıkları politikacılara oy
verebilmek için, vazgeçip vazgeçmeyeceklerini bilemezsiniz. Uzak başkentlerde
oturan vurdumduymazlar, hayal kırıklığına neden olan kararlarını alırken, tüm
bunları dikkate almazlar. Eğer siyaset, bilim olarak anılsın isteniyorsa, eğer
siyasi olayların sonuçları tahmin edebilsin isteniyorsa, politik düşüncelerimiz
eylemlerimizin içine daha derinden girmeli. Açlığın sloganlara etkisi ne? Bu
etkiyle günlük kalori tüketiminiz değişiyor mu? Eğer bir insan size demokrasi
önerirken, diğeri bir çuval buğday önerirse açlığın hangi aşamasında buğdayı
demokrasiye tercih edersiniz? Bu tarz soruların üzerinde düşünmek gerekir. Ama
şu anda, Korelileri bir yana koyup insanlığa bakalım.
İnsan davranışlarının tümü arzu tarafından yönlendirilir. İnsanın ahlakı ve
görevleri dolayısıyla arzuya karşı koyabileceğini söyleyen ve bir grup ağırbaşlı
ahlakçı tarafından geliştirilen yanlış bir teori var. Bunun yanlış olduğunu
söylememin nedeni, insanların görev bilinciyle hareket etmemesi değil elbette.
Böyle söylememin sebebi, sorumluluk sahibi olmayı arzulamadıkça, hiç kimsenin
görev bilinciyle hareket etmeyecek olması. İnsanların ne yapacağını anlamak için
onların içinde bulundukları maddi koşulları bilmeniz yetmez, aynı zamanda
arzularını ve bu arzular karşısındaki zayıflıklarını da bilmeniz gerekir.
Bazı arzular var ki politik olarak çok önem arz etmemekle birlikte oldukça
güçlüdürler. Birçok insan bir noktada evlenmeyi arzular ve bu arzularını
gerçekleştirmek için politik bir pozisyon almaları da gerekmez. Tecavüz mağduru
Sabin Kadınları gibi istisnalar elbette mevcuttur. Ve Kuzey Avusturalya'nın
gelişiminin önündeki engel de birçok hırslı genç erkeğin çalışmak yerine
kendilerine ihtiyaç duyan kadınlara yönelmesiydi. Ama bu gibi durumlar
alışılmışın dışındadır ve genelde kadın ile erkeğin birbirlerine yönelik ilgisi,
politikayı çok az etkiler.
Hangi arzular siyaseten önemlidir?
Siyaseten önemli arzular, birincil ve ikincil olmak üzere, iki gruba
ayrılabilir. Birincil grupta yemek, barınma, giyinme gibi hayatın temel
ihtiyaçları bulunur. Bunlardan herhangi birinde kıtlık baş gösterirse, insanın
yapabileceklerinin ya da başvurabileceği şiddetin sınırı yoktur. Tarih
öğrencileri der ki Arabistan çok göç almaya başlayınca, ülke aşırı nüfuslanmış
ve insanlar siyasi, kültürel ve dini yapılanmalarıyla beraber dört defa çevre
bölgelere taşmış. Bunlardan sonuncusunda İslam yükselişe geçmiştir. Germenlerin
Güney Rusya'dan İngiltere'ye oradan da San Fransisco'ya yayılışı da benzer
motivasyona dayanmaktadır. Şüphesiz ki buradaki temel arzu yiyecekti ve bu arzu,
en büyük siyasi olaylardan birine neden oldu.
Ama insan diğer hayvanlardan çok önemli bir noktada ayrılır: Bu da onun bazı
arzularının sonsuzluğudur, bu arzuların asla tatmin edilememesidir. Bu türden
arzular, cennette bile ona huzur vermeyecektir. Boa yılanı yeterli yemeği
olduğunda uykuya gider ve tekrar yemek yemeye ihtiyaç duyana kadar uyanmaz.
İnsanoğlu ise çoğu zaman böyle değildir. Bir zamanlar tutumlu yaşamaya alışmış
olan Araplar, Doğu Roma İmparatorluğu'nun zenginliklerine ulaşınca, direnemeyip
kendilerine inanılmaz derecede lüks saraylar yaptılar. Yunan köleler onlara
yiyecek temin ettiği için açlık artık mevzu bahis değildi. Buna rağmen
durmamalarının ise dört sebebi vardı: Açgözlülük, hırs, kibir ve güç aşkı.
Açgözlülük - yani olabildiğince çok mala ya da ünvana sahip olma isteği -
bana göre, korkudan ve gereksinimlerden filizlenir. Bir keresinde kıtlıktan ve
dolayısıyla ölümden kaçan iki küçük Estonyalı kızla tanışmıştım. Benim ailemle
birlikte yaşadılar ve elbette birçok yiyecekleri oldu. Ama bütün eğlenceleri
komşu çiftliklerden patates çalıp onları biriktirmekti. Çocukluğunu sefalet
içinde geçiren Rockefeller da yetişkinliğini benzer şekilde geçirmiştir. Aynı
şekilde Arap emirleri de ipek Bizans divanlarını gördükten sonra bile çölleri
unutmayı başaramayınca fiziksel ihtiyaçlarının çok ötesinde zenginlik
biriktirmişlerdir. Açgözlülüğün psikoanalitik açıklaması ne olursa olsun, kimse
bunun en kuvvetli itici güçlerden biri olduğunu inkar edemez. Ne kadar elde
ederseniz edin her zaman daha fazlasını isteyeceksiniz ve tatmin olmak sizin
için ulaşılmaz bir hayal olarak kalacak.
Kapitalist sistemin temelini oluştursa bile, açlık yarışından galip çıkmamızı
sağlayan güdü, açgözlülük değildir. Hırs ona nazaran çok daha güçlüdür. Yine
İslam tarihine dönersek, hanedanlar, sultanın farklı anneden olma oğlan
çocukları anlaşamayınca evrensel bir yıkımla sonuçlanan iç savaşlara maruz
kaldılar. Benzer şeyler modern Avrupa'da da yaşanıyor. Tüm mantıksızlığına
rağmen, İngiliz Hükümeti, Kaiser'ın Spithead'de, donanma talimlerinde
bulunmasına izin verince, ortaya çıkan sonuç, kesinlikle istenilen değildi.
Düşündüğü şey, "Büyükanneninki kadar iyi bir donanmaya sahip olmalıyım" idi. Ve
bu düşünce, art arda belalar doğurdu. Eğer açgözlülük hırstan daha güçlü olsaydı
dünya daha mutlu bir yer olurdu. Ama gerçekte, birçok insan, gülen yüzleriyle,
düşmanlarının yıkımını garantilemeye çalışıyor. Günümüzde vergileri bu kadar
yükselten de bu çabadır.
"Bana bak" cümlesi, temel arzulardan biridir
Kibir, yüksek potansiyel taşıyan bir güdüdür. Çocuklarla ilgilenen herkes
bilir ki onlar durmadan soytarılık yapıp, "Bana bak" derler. Bu "Bana bak"lar
insan kalbinin en temel arzularından birini yansıtır. Bu arzu karşımıza,
saçmalıktan ebedi şöhret arayışına uzanan pek çok şekilde çıkabilir.
Rönenans döneminde varlık göstermiş bir İtalyan Prensliği'nde, ölüm döşeğinde
yatan bir rahibe "Hiç pişmanlığın var mı" diye sorarlar. "Evet" der, "Bir şey
var. Bir keresinde İmparatoru ve Papa'yı aynı anda ziyaret etme şansım olmuştu.
Onları kulemin tepesindeki manzarayı göstermek için yukarı çıkardım ve bana
ebedi ün getirecek bir fırsatı teptim, ikisini de aşağı itmeliydim." Tarih,
rahibin günah çıkartıp çıkartmadığını bilmiyor. Kibrin en büyük sorunu,
beslendiği şeyle beraber büyümesidir. Hakkınızda konuşulduğu sürece, hakkınızda
daha fazla konuşulmasını isteyeceksiniz. Mahkemeye çıkan tutuklu bir katilin
medyaya göz atmasına izin verirseniz, davasına yeterince yer ayırmayan gazeteye
öfkelendiğini görürsünüz. Diğer gazetelere bakıp da hakkındaki haberleri
gördükçe, davasına yüzeysel yer veren gazeteye öfkesi büyüyecektir.
Politikacılar ve edebiyat insanları da farklı değildir. Ün arttıkça, haberlerden
tatmin olma düzeyi de o kadar düşecektir. Kibrin hayatının farklı dönemlerinde
insanın üzerinde bıraktığı etkiyi abartmak pek mümkün değildir. Bu etki, üç
çocuklu bir ailede büyüyen birini, dünyayı titreten birine dönüştürebilir.
İnsanoğlu sürekli dua ettiği Tanrı'ya bile benzer bir kibir yakıştırma,
acımasızlığına düşmüştür.
Bu güdülerin etkisi ne kadar büyük olursa olsun bir tanesi var ki diğer
hepsine ağır basar. Güç aşkından bahsediyorum. Güç aşkı, kibre yakındır ama
aynı şey değildir. Kibrin tatmin edilebilmesi için zaferle taçlandırılması
gerekir ve güçten yoksunken de zafer kazanılabilir. ABD'de en büyük zaferi
tadanlar film yıldızlarıdır ve onları bu pozisyona şimdiye dek hiçbir zafer
kazanamayan Amerikan Karşıtı Faaliyetleri İzleme Komitesi de getirebilir.
İngiltere'de, kralın başbakandan daha çok zaferi vardır ama başbakan kraldan
daha güçlüdür. Birçok insan zaferi güce tercih eder fakat büyük resme bakınca,
gücü tercih edenlerin tarihin akışına daha fazla yön verdiğini görürüz.
Blücher 1814'de Napoleon'un saraylarını görünce "Bütün bunlara sahip olan
birinin Moskova'nın peşinde koşması salaklık değil mi" der. Kibirden arınmış
biri olduğunu asla söyleyemeyeceğimiz Napoleon, seçim yapması gerektiğinde yine
de gücü seçti. Blücher'e bu seçim aptalca gözüktü. Halbuki güç aynen gösteriş
gibi doyumsuzdur. Tanrı'nın sonsuz gücü hariç hiçbir şey onu tamamen tatmin
edemez. Enerjik bir insanın zaafları, doyumsuzluk oranı hesaplanırken, denklemin
dışında kalır. Halbuki bu zaaf, güç aşkına zemin oluşturmuştu. Öte yandan
zaaflar önemli adamların hayatındaki en güçlü itici unsurdur.
Güç aşkını büyüten gücün kendisidir
Güç aşkı, güç deneyimlendikçe artar ve bu dinamik küçük bir güç sahibinde
olduğu kadar feodal bey üzerinde de etkilidir. 1914'ten önceki mutlu günlerde,
hali vakti yerinde kadınlar, bir grup hizmetçiyi yönlendirebiliyordu ve
yaşlandıkça onlar üzerinde daha fazla güç uyguluyorlardı. Benzer şekilde,
otokratik bir rejimde, gücün yaptırabileceklerini gören güç sahipleri gittikçe
daha da tiranlaştılar. İnsanlar üzerinde ne kadar güçlü olduğunu ölçmenin yolu
onlara normalde yapmayacakları şeyler yaptırmaktır. Bu nedenle kendisini güç
aşkına kaptırmış bir kişi, zevkten çok acı verir. Eğer patronunuzdan ofisten
ayrılmak için izin isterseniz, bu izni vermek yerine sizi reddeder ve gücünü
ancak böyle deneyimler. Eğer inşaat ruhsatına ihtiyacınız varsa, alt kademe
memurlar "Hayır" demekten, "Evet" demeye göre daha çok zevk alacaklardır. Güç
aşkını tehlikeli kılan işte bu tip güdülerdir.
Ama daha arzu edilesi başka tarafları da vardır. Bilgi arayışı bana göre güç
aşkından kaynaklanır. Tıpkı bütün bilimsel gelişmeler gibi... Siyasette de
reformcu biri, bir despotunki kadar büyük bir güç aşkına sahip olabilir. Güç
aşkını sadece itici kuvvet olarak nitelemek de büyük bir hatadır. Ya bu itici
kuvvetle faydalı işler yaparsınız ya da sosyal çevreniz ve kapasiteniz uyarınca
zararlı işlere yönelirsiniz. Kapasiteniz teorik ya da teknik olabilir, bu
doğrultuda bilgiye veya yönteme katkıda bulunursunuz. Eğer politikacıysanız güç
aşkı sizi harekete geçirebilir. Ve bu güdü, bazı durumları statükoya tercih
ettiğiniz görüldüğünde tatmin olur. Tıpkı Alcibiades gibi, büyük bir general
için hangi tarafta savaştığının önemi olmamasına rağmen generallerin çoğu kendi
ülkeleri için savaşmayı tercih etmişlerdir ve burada güç aşkından farklı bir
motivasyon vardır. Politikacılar kendilerini devamlı çoğunluğun yanında bulmak
için taraf değiştirebilirler ama çoğu politikacı bir siyasi partiye ya da
ötekine daha yakındır ve güç aşklarını tercih ettikleri bu partinin hizmetine
sunarlar. Güç aşkının, en saf halini, farklı tip insanlarda
gözlemleyebilirsiniz. Bunlardan biri paralı askerlerdir ve Napoleon bu türün en
güzel örneğidir. Bence Napoleon'un Korsika yerine Fransa'yı tercih etmesinin
ideolojik bir nedeni yoktu ama eğer Korsika İmparatoru olsaydı bir Fransız gibi
davranırken, ulaştığı büyüklüğe yaklaşamayacaktı. Fakat onun gibilerin tatmine
ulaşmasında kibirleri de etkili olduğundan, onlar iyi birer örnek değillerdir.
Bunun en saf örneği tahtın arkasındaki güçte, yani akıl hocasındadır. Toplum
önünde hiçbir zaman görünür olmaz ve şu gizli düşünceyle avunur: "Bu küçük
kuklalar iplerin kimin elinde olduğunu bilmiyorlar." Alman İmparatorluğunun
1890-1906 yılları arasındaki dış politikasını belirleyen Baron Holstein bu
türden insanları en mükemmel şekliyle temsil eder. Baron Holstein, varoşlarda
yaşamış, topluma karışmamış ve İmparatorla tanışmaktan kaçınmıştır. İmparatorun
ısrarlarının dayanılmaz olduğu bir seferlik istisna dışında bütün kraliyet
üyelerinden gelen davetleri giyecek resmi bir kıyafeti olmadığı bahanesiyle
reddetmiştir. Bakanlara ve birçok kraliyet mensubuna şantaj yapmasına imkan
tanıyacak kadar geniş bir bilgi birikimine sırdaştı. Ama bunu zenginlik, ün ya
da herhangi başka bir avantaj elde etmekte değil, dış politikaya istediği yönü
vermek için kullanmıştı. Doğu'daki haremağaları arasında da böyle karakterler
bulmak şaşırtıcı değildir.
İnsan diğer canlılardan sıkılma kapasitesiyle ayrılır
Şimdi, daha önce bahsettiklerimiz kadar önemli olmasa da aslında büyük önem
taşıyan diğer güdülere geçmek istiyorum. Bunlardan ilki adrenalin bağımlığıdır.
İnsan, sıkılma kapasitesiyle diğer canlılardan ayrılırlar. Gerçi bazen hayvanat
bahçesinde maymunları izlerken de onların bu yorucu duyguya kapıldığını
düşünüyorum. Her neyse, deneyimlerimiz bize can sıkıntısını bertaraf etme
isteğinin, neredeyse bütün insanlarda bulunan güçlü bir arzu olduğunu
gösteriyor. Beyazlar henüz bozulmamış yerlilerle ilk karşılaştıklarında onlara
balkabağından kilise ışığına kadar birçok farklı şey sundular. Bunların
birçoğuna yerliler tepki göstermediler. Hediyeler arasından en dikkate değer
buldukları, kısa süreliğine bile olsa hayatlarında ilk kez yaşamın, ölümden daha
iyi olduğunu düşündüren alkol oldu. Kızılderililer henüz beyazlardan
etkilenmemişken sigaralarını bizim gibi sakince içmezlerdi. Dumanı ciğerlerine
öyle hararetle çekerlerdi ki dışarıya belli belirsiz bir duman bırakırlardı. Ve
nikotin kaynaklı heyecan sona erdiğinde yurtsever bir konuşmacı onların komşu
kabileye saldırmasını sağlardı. Bu, bizim kişiliğimiz uyarınca at yarışları
sırasında veya genel seçimlerde duyduğumuz hazza benzerdi. Kumarın verdiği zevk
ise tamamen heyecan kaynaklıdır. Monşer Huc, Çinli tüccarların kış vakti Çin
Seddi'nde, bütün paralarını, sonra bütün malvarlıklarını ve en son kıyafetlerini
kaybedene kadar kumar oynadıklarını ve çıplak kaldıkları için de soğuktan
öldüklerini anlatır. Bana göre, medeni insanda olduğu gibi ilkel Kızılderili
kabilelerinde de, insanların savaşı alkışlamasına sebep olan duygu, heyecan
sevgisidir. Sonuçları kimi zaman daha ciddi olsa da futbol maçlarında hissedilen
de budur.
Adrenalin bağımlılığının köklerinin nereye dayandığını bulmak pek kolay
değil. Ama zihinsel donanımlarımızın insanların avlanarak yaşadığı dönemde
şekillendiğini düşünme eğilimim var. Bir erkeğin elindeki ilkel bir silahla, onu
yiyeceği hayaliyle bir geyiği takip ederek bütün bir gününü geçirdiği ve günün
sonunda zafer kazanmış bir edayla mağarasına dönüp, yorgun bir şekilde oturarak
karısının eti pişirmesini beklediği zamanlardan bahsediyorum. Erkek uykuludur,
kemikleri sızlıyordur ve yemeğin kokusu zihninin bütün odacıklarına doluşmuştur.
Ve nihayet, yemekten sonra derin bir uykuya dalar. Böyle bir hayat tarzında ne
enerjiye ne de sıkıntıya yer vardır. Ama tarıma geçip, karısını tarladaki zor
işlere yolladığında, hayatın boşluğu üzerine düşünmek, mitolojiler yaratmak ve
felsefe sistemleri oluşturmak, Valhalla domuzunu avlayacağı sonraki yaşamını
hayal etmek için vakti oldu. Zihinsel donanımız fiziksel güç gerektiren işlere
uygun durumda. Daha gençken tatillerimi yürüyerek geçirirdim. Günde yirmi beş
mil yürüyebiliyordum. Akşam olduğunda da beni sıkıntıdan kurtaracak bir şeye
ihtiyacım olmuyordu çünkü oturmaktan aldığım zevk bana yetiyordu. Ama modern
hayat bu tarz fiziksel yorgunluklara açık değil. İyi bir iş oturarak yapılır ve
çoğu iş egzersizi sadece birkaç kasımızı hareket ettirir. Eğer insanlar günde
yirmi beş mil yürüseydi Trafalgar Meydanı'nda, devletin onları ölüme gönderme
kararını kutlamak için toplanmazlardı. Münakaşa sevdasını tedavi etmek ne var ki
uygulanabilir değil. Çünkü eğer insanoğlunun soyu devam edecekse, kullanılmamış
fiziksel enerjinin meydana çıkardığı heyecan aşkının dışarı güvenli bir şekilde
yansıması gerekir. Bu hem ahlakçıların hem de sosyal reformcuların üzerinde pek
düşünmediği bir husustur. Sosyal reformcular düşünecekleri daha ciddi şeyler
olduğu kanısındalar. Diğer taraftan, ahlakçılar, heyecan sevgisinin açığa
çıkışını ciddiyetle karşılamaktadırlar ancak bu ciddiyet onların günah
korkusundan kaynaklanmaktadır. Dans salonları, sinemalar, caz devri...
Duyduklarımız doğruysa, cehenneme açılan kapılardır ve bu yüzden eve kapanıp
günahlarımızın affını dilemeliyiz. Ben bu uyarıları yapan mezarcılarla aynı
fikri paylaşmıyorum. Şeytanın birçok şekli vardır, bazıları onu genç, bazıları
da yaşlı ve ciddi olarak algılar. Eğer gençleri eğlenmeye yönlendiren şeytansa,
o zaman belki yaşlıları eğlence karşıtı kılan da odur. Ve belki de bu karşıtlık
herkesin yaşına uygun bir çeşit heyecan sayılabilir. Eğer bu da yetersiz
kalırsa, belki de afyon gibi bir uyuşturucuyu düzenli olarak artırarak istenilen
etki yaratılabilir. Sinemayı kötü diye kodlayıp, diğer yandan adım adım
muhalefet partisine, İspanyollar'a, İtalyanlar'a ve kısa sürede kendi
kulübümüzün dışındaki herkese karşı tavır almamız korkulacak bir şey değil mi?
Ve işte savaşlar, bu karşıtlıkların yayılmasından doğmuştur. Halbuki dans
salonlarında savaş çıktığını hiç duymadım.
Heyecan kitlesel şiddete dönüştüğünde yıkıcıdır
Heyecanın önemi birçok çeşidinin yıkıcı olmasından gelir. Özellikle aşırı
alkol tüketenler ve kumara karşı koyamayanlar için yıkıcıdır. Kitlesel şiddete
dönüştüğünde yıkıcıdır. En önemlisi, savaşa sürüklediğinde yıkıcıdır. Dışa
vuracak masum yollar bulunmadığında, heyecan o kadar derinleşir ki en sonunda
dışa vurmak için kendisine zarar veren yollar bulur. Masum dışavurumlar olarak
sporu ve anayasal sınırlarda kaldığı müddetçe siyaseti sayabiliriz. Ama bunlar
yetmez, hele en heyecan verici siyasi hamlelerin en tehlikelileri olduğu
düşünülünce. Medeni hayata evcilleşerek geçtik ve eğer bu hayatın durağan olması
isteniyorsa ilkel atalarımızın avcılık yapması gibi, kendimizi tatmin edecek
zararsız dışavurum yöntemleri bulmamız gerekir. İnsanların az, tavşanların çok
olduğu Avustralya'da, bir kabilenin yüzlerce tavşanı köleleştirerek ilkel
arzularını, ilkel yöntemlerle tatmin ettiğini gördüm. Ama Londra'da ya da New
York'ta bu ilkel arzuların tatmini için başka yöntemler bulunmalıdır. Bence
bütün büyük şehirlerde, insanların oldukça hassas kanolarla inebileceği yapma
şelaleler ve mekanik köpekbalıklarıyla dolu yüzme havuzları bulunmalı.
Savaşların önlenemeyeceğini savunan herkes günde iki saat bu canavarla mücadele
etmeli. Daha önemlisi, acı, adrenalin bağımlılığından fayda sağlamak için
kullanılmalı. Dünyada hiçbir şey ani bir keşiften ya da buluştan daha heyecan
verici değildir ve aslında birçok insan bu heyecanı deneyimleyecek kapasiteye
sahiptir.
Başka politik güdülerle gücü azaltılmış olsa da insanoğlunu maalesef hâlâ
yöneten birbirine çok yakın iki duygudan bahsetmek gerekiyor: Korku ve nefret.
Nefret ettiğimiz şeyden korkmamız ve her zaman olmasa da korktuğumuz şeyden
nefret etmemiz doğaldır. Tanımadığı şeyden korkan ve nefret eden ilkel adamın
benimsediği ilk kural muhtemelen buydu. Onlar başlangıçta kendi küçük sürülerine
sahiptirler ve burada aralarında düşmanlık bulunan istisnai birkaç kişi dışında
herkes birbirinin arkadaşıydı. Diğer sürüler ise ya düşmandır ya da potansiyel
düşmandır ve kazara bile olsa sürüden uzaklaşan öldürülecektir. Yabancı sürü bir
bütün olarak kaçınılması gereken veya savaşılması gereken topluluktur. Bu ilkel,
içgüdüsel mekanizma günümüzde bile başka ülkelerle politikamızı belirlemektedir.
Daha önce hiç seyahat etmemiş biri bütün diğer ülke vatandaşlarını başka
sürülerin vahşi bireyleri gibi görür. Ama seyahat etmiş ya da uluslar arası
ilişkiler okumuş bir birey, eğer kendi sürüsünde yeterince zenginlik varsa,
başka sürüleri de bünyesine katacaktır. Eğer İngilizseniz ve birisi size
"Fransızlar sizin kardeşiniz" derse içgüdüsel olarak düşüneceğiniz ilk şey,
"Saçmalık; onlar omuz silkiyor, Fransızca konuşuyorlar. Üstelik kurbağa
yediklerini bile duydum" olacaktır. Ama eğer Rusya ile savaşa girer ve size Ren
Nehri'nin savunulması gerektiği, bunun için de Fransızların desteğinin
vazgeçilmez olduğu söylenirse o zaman "Fransızlar sizin kardeşiniz" ifadesinin
anlamını kavrarsınız. Ama o sırada gezgin bir dostunuz size Rusların da
kardeşiniz olduğunu söylerse uzaylılardan gelecek bir tehlikeye işaret etmediği
müddetçe sizi ikna edemeyecektir. Düşmanlarımızdan nefret edenleri severiz ve
eğer düşmanlarımız olmasaydı sevecek çok az kişi kalırdı.
Bütün bunlar yalnızca diğer insanlarla ilişkilerimiz incelendiğinde doğrudur.
Düzensizce boy verdiği ve sorumsuz olduğu için tohumu düşman belleyebilirsin.
Tabiat Ana'yı düşmanınız olarak görüp insanlığın ona yeğleyebilirsiniz. Eğer
hayat bu şeklide algılansaydı insanlığın tek vücut olması çok daha kolay olurdu.
Ve eğer okullar, gazeteler ve politikacılar kendilerini bu sona hazırlasalardı
insan çok daha kolay bir şekilde bu yaşam tarzını hayata geçirebilirdi. Ama
okullar milliyetçiliği öğretmekle, gazeteler heyecan yaratmakla ve politikacılar
da yeniden seçilmekle meşgul. Üçü de insanoğlunu bilinçli intiharından kurtarmak
için çabalamıyor.
Korkuyla nasıl başa çıkacağız?
Korkuyla başa çıkmanın iki yolu var: İlki hayati tehlikeyi ortadan kaldırmak,
ikincisi de Stoik direnci yeşertmek. İkincisi acilen eyleme geçmenin gerektiği
durumlar haricinde, düşüncelerimizi korkunun nedeninden uzaklaştırır. Korkunun
fethi çok önemlidir. O, zarar vericidir, kolaylıkla takıntı haline dönüşür,
korku öznesinden nefret edilmesine neden olur ve bu da bizi caniliğin uç
noktalarına götürür. İnsanlar üzerinde hiçbir şey güvende hissetmek kadar olumlu
sonuçlar doğuramaz. Eğer savaş korkusunu ortadan kaldıran uluslar arası bir
sistem kurulabilseydi gündelik zihinsel gelişimimiz muazzam ve hızlı olurdu.
Mevcut korku dünyayı gölgeliyor. Atom bombası ya da bakteri bombası, komünistler
ya da kapitalistler tarafından yayılması hiç önemli değil, Washington'ı ya da
Kremlin'i titretir ve insanı felakete sürükler. Eğer bugünkü koşullarda düzelme
meydana gelirse, yapılması gereken ilk ve en önemli şey korkuyu kontrol altında
tutacak bir yöntem bulmak olacaktır. Günümüz dünyası rakip ideolojilerin
mücadelesini takıntı haline getirmiştir, bu kavganın en belirgin sebebiyse kendi
ideolojimizin kazanmasına, rakip ideolojinin kaybetmesine yönelik istektir.
Buradaki temel itici gücün ideolojilerle çok da bağlantılı olduğunu sanmıyorum.
Bence ideolojiler bir insan gruplama yöntemidir ve böylece düşmanlar da
gruplanmış olur. Elbette komünistlerden nefret etmek için birçok nedenimiz var.
İlki ve en önemlisi mallarımızı elimizden alacaklarına olan inanç. Ama
hırsızların da amacı budur ve biz hırsızlara tepkimizi, komünistlere tepkimizden
farklı şekilde gösteririz çünkü bu ikisinden farklı seviyelerde korkarız.
Komünistlerden nefret etmemizin ikinci sebebiyse onların dinsiz olması.
Çinliler 11. yüzyıldan beri dinsiz. Fakat biz onlardan Chiang Kai-shek'ten beri
nefret ediyoruz. Üçüncü sebepse, onların demokrasiye inanmaması ama bu
Franko'dan nefret etmemize yetmemişti. Dördüncü olarak da özgürlüğe izin
vermedikleri için onlardan nefret ediyoruz. Hatta o kadar nefret ediyoruz ki
onları taklit etmeye karar verdik. Bunlardan hiçbirinin aslında nefrete temel
teşkil edemeyeceği aşikar. Onlardan nefret ediyoruz çünkü onlardan korkuyoruz.
Eğer Ruslar hâlâ Rum Ortodoks mezhebine mensup olsalardı, parlamentolu
hükümetlerini muhafaza etselerdi ve bizi her gün tedirgin eden baskıları
olmasaydı -en az bugünkü kadar güçlü silahları bulunmasına rağmen- bize onları
düşman görmek için fırsat verdikleri anda yine nefret ederdik. Elbette ki din,
garezimiz düşmanlığa neden olabilir. Ama bence bu sürü psikolojisinin
yansımasıdır: Farklı bir dine mensup olan kendini garip hisseder ve bu gariplik
tehlikelidir. Sürülerin yaratılmasında ideolojiyi kullanmak bir yöntemdir ve
sürülerin psikolojisi genelde aynıdır.
Sadece kötücül itici güçlere ya da en iyi ihtimalle nötr olanlara yer
verdiğimi düşünebilirsiniz. Ancak korkarım ki, kural olarak, böyleleri bizi
başkalarının iyiliği için mücadeleye götüren güdülerden daha güçlüdür. Yine de
bu tip güdülerin varlığını ve zaman zaman etkili olduğunu inkar etmeyeceğim. 19.
yüzyılın başlarında köleliğe karşı başlatılan acındırma kampanyası hiç şüphesiz
ki başkalarının iyiliği içindi ve oldukça da etkiliydi. 1883'te vergi ödeyen
İngiliz vatandaşlarının Jamaikalı toprak sahiplerine kölelerinin serbest
bırakılması için milyonlarca dolar tazminat ödemesi ve Viyana Konferansı'nda
İngiliz Hükümetinin diğer ülkeleri kölelerini azat etmeye çağırması, işte bunlar
hep başkalarının iyiliği için yapılmıştır. Günümüzde de Amerika'nın aynı ölçüde
çabaladığını söylemek gerekir. Ama gerginliğe mahal vermemek için bu konuya
girmeyeceğim.
Sempatinin saf bir itici güç olduğu gerçeğini sorgulamamak gerek. İnsanların
diğerlerinin acı çekmesinden rahatsız olmadığına ilişkin düşünceyi kabul
edemiyorum. Sempati sayesindedir ki yüzyıllardır insanlık ilerliyor. Akıl
hastalarına uygulanan tedavilere ya da mültecilerinin tedavi görememelerine dair
hikayeler bizi şaşırtıyor. Batı ülkelerindeki mahkumlara işkence uygulanmaması
gerekir ve eğer olur da uygulanırsa bu durum keşfedildiğinde toplumsal tepkiye
neden olur. Yetimlere Oliver Twist'teki gibi davranılmasını onaylamıyoruz.
Protestan ülkeler hayvanlara canice davranmaya karşı çıkıyor. Bütün bu
örneklerde görüyoruz ki sempati siyaseten etkili olabilir. Ve eğer savaş korkusu
ortadan kaldırılabilseydi, sempatinin etkisi de daha büyük olurdu. Belki de
insanoğlunun geleceğine dair en büyük umut sempatinin yoğunluğunu ve derecesini
artıracak bir yolun bulunmasıdır.
Sanırım konuşmamı toparlama vaktim geldi. Siyaset bireylerden ziyade
sürülerle ilgilenir ama siyasetin ilgilenmesi gereken tutkular sürüyü oluşturan
bireylerin hissettikleridir. Siyasi düşünce, sürünün nasıl kurulduğuna ve bir
sürünün diğerine duyduğu düşmanlığa bakmalıdır. Sürü içindeki yapılanma hiçbir
zaman mükemmel olamaz. Kabul etmeyen, akıntının dışında kalan üyeler olacaktır.
Bu üyeler diğerlerine göre ya aşağılanmış ya da yüceltilmiş olanlardır. Onlar
aptallar, suçlular, peygamberler ya da kaşiflerdir. Mantıklı bir sürü
ortalamanın üstündeki bu bireylerin merkeze geçmesine izin vermeyi ve
ortalamanın altındakilere de mümkün olan en az gaddarlıkla davranmayı
öğrenmelidir.
Komşumuzun fakir kalması, mutluluktan önemli mi?
Diğer sürülerle ilişkilere bakarsak, modern teknikler kişisel çıkar ve
içgüdüler arasında çatışma yaratmıştır. Eskiden, iki kabile savaşa girdiğinde,
biri diğerini yok eder ve topraklarını ele geçirirdi. Kazananın bakış açısından
bakınca bütün bu süreç tatmin ediciydi. Öldürmek hiç de pahalı değildi ve
heyecanı çok hoştu. Bu koşullar altında savaşın devam etmesi doğal
karşılanabilir. Fakat şimdi savaş koşulları tamamen değişmişse de hâlâ bu ilkel
savaş tutkusunu içimizde tutuyoruz. Modern bir operasyonda düşmanı öldürmek
oldukça pahalı. Son savaşta ölen Alman sayısını, kazanan tarafın topladığı gelir
vergisine bölerseniz bir Alman'ın hayatının kaç para ettiğini bulacaksınız ve bu
oldukça düşündürücü. Söylendiği gibi Doğu'da, Almanların düşmanları yenilen
nüfusu esir alarak, onların topraklarını işgal ederek eski savaşların
nimetlerinden faydalandılar. Batılı galipler ise böyle bir nimetten
yararlanamadılar. Günümüz savaşlarının ekonomik açıdan pek kârlı olmadığı
ortada. İki dünya savaşını da kazandık belki ama eğer hiç savaşa girmeseydik şu
anda daha zengin olurduk. Birkaç azizi ayrı tutarak söylüyorum ki insanlar kendi
çıkarları doğrultusunda hareket etseydi bütün tüm insanlık işbirliği
yapabilirdi. Savaşlar, ordular, donanmalar, atom bombaları ortadan kalkardı. A
ulusunun beynini yıkayarak onu B ulusuna karşı kışkırtan ordu propagandaları
olmazdı, B ulusu A ulusuna karşı düşmanlık beslemezdi. Ülke sınırlarında yabancı
kitapların ve fikirlerin girmesini engelleyen askerler bulunmazdı. Tek bir büyük
şirket çok daha ekonomik olacakken, birçok küçük şirket yaratan gümrük
politikaları olmazdı. Eğer insan kendi mutluluğunu komşusunun fakirliğini
istediği kadar isteseydi bütün bunlar hızla gerçekleşirdi. Bana diyeceksiniz ki
bütün bu ütopist hayallerin ne anlamı var? Ahlakçılar bu dediklerimi dinleyip,
tamamen bencil olamayacağımızı söyleyecekler. Fakat bu gerçekleşene kadar
milenyum gelmeyecek.
Konuşmamı sinik bir notla bitirmek istemem. Bencillikten daha iyi şeyler
olduğunu ve bazılarının bu şeylere ulaşabildiğini inkar etmiyorum. Ama geniş
insan topluluklarının, yani siyasetin ilgilendiği grupların karşısına, onları
bencillikten kurtaracak çok az fırsat çıktığını düşünüyorum. Diğer taraftan
bencilliği, aydınlanmış bireysel çıkar diye tanımlarsak, toplulukların buna
kolay kolay ulaşamayacağının da farkındayım.
Ve bireysel çıkarların peşine düşülen insanlar, genellikle kendilerini
idealist davrandılarına inandırırlar. Halbuki idealizmin arkasında nefret ya da
güç aşkı vardır. Büyük kalabalıkların soylu görünen nedenlerle sürüklendiğini
görürseniz, perdenin arkasına bakın ve kendinize bu güdüleri harekete geçirenin
ne olduğunu sorun. Çünkü soylu görüntünün arkasına bakarak, psikolojik bir
araştırma yapmaya değer. Bugün burada ben de bunu yapmaya çalıştım. Son olarak,
söylediğim şey doğrudur, yapılması gereken temel ve mantıklı şey dünyayı mutlu
bir yere dönüştürmektir. Tüm bunlardan iyimser bir sonuç çıkarıyorum belki ama
akıl, eğitimin tanıdık metotlarıyla teşvik edilebilir.
Çevirenler: Nilhan Kalkan ve Gökçe Gündüç
29 Aralık 2013 Pazar
21 Aralık 2013 Cumartesi
Klinik doğamadı

Kliniğin Doğuşu'nu ünlü yazar Fuko yazmış. Eee Foucault okumakla övünenleri gördükten kelli, kafama koydum, yıllardır bekleyen bu kitap okunacaktı. Başlayınca kolay olmadığını hemen anladım. Ama vazgeçmedim, zevk aldığım kitapları okumak için bunu tamamlamak zorundaydım. Zavallıyı sıkıcı ve anlaşılmaz olduğu için fırlata fırlata bu hale getirdim. Ve sonuç, anlamadığım o kadar çok şeyi atlamış olabileceğimi düşünüyorum ki. Ve aynı zamanda öyle sıkıcı bir kitaba bir daha bakmak istemiyorum ya. Eğer biri okumaktan soğutulacaksa, doğru adreslerden biri bu kitap. Yazarından mı, çevirmeninden mi bilemedim. Olmaz ama, yani bir adamın kafası doluysa, elbette düşüncelerini basitleştirmesin, biz onun seviyesine çıkalım. Ama anlamayı kolaylaştırmalı ya. Fuko'yla aramız hala yok. Napalım ben elimden geleni yaptım. İşte kitaptan çıkardığım bir kaç mesaj:
"Kendine geçmişe dair sorular sormayanın önceliği olmaz."
"Beyin kanaması bütün duyuların bütün istemli hareketlerin kullanımını kaybettirir; ama solunumu ve kalbin hareketlerini bağışlar."
"Bireylerin yaşam koşullarına ve yaşam tarzlarına bağlı olan hastalıklar devirlere ve yerlere göre değişiklik gösterirler. Ortaçağda, savaşlar ve kıtlıklar döneminde, hastalar korku ve tükenmişliğe (beyin kanamaları, eritici sıtma) terk edilmişlerdi; ama XVI. ve XVII. yüzyıllara gelindiğinde, vatan duygusunda ve vatana karşı yükümlülükte gevşeme görülür; bencillik kendi içine çekilir, sefahat ve oburluk alır gider (cinsel hastalıklar, bağır ve kan tıkanmaları); XVIII. yüzyılda, zevk arayışı hayal gücünden geçer; tiyatroya gidilir, romanlar okunur, boş sohbetlerde coşulur; gece uyunmaz gündüz uyunur; isteriler, ipokandriler, sinir hastalıkları bu yüzdendir." (Maret, 1771).
"Boş düşler kurucusu Lanthenas, tıbbın kısa ama tüm bir tarihin ağırlığını taşıyan tanımını yaptı: "Sonunda, tıp olması gereken şey, doğal ve toplumsal insanın tanınması olacaktır."
"Hastane, yoksulların gerçek ihtiyaçlarını karşılamayan, hasta insanı sefalet ayıbı içinde bırakan çağdışı bir çözümdür. İnsanoğlunun ağır işlerin tüketiciliğini ve ölüme götüren hastaneyi bir daha görmeyeceği ideal bir düzen olsa gerek. "İnsan ve meslekler, ne hastane, ne düşkünler yurdu için yaratılmıştır. Bütün bunlar korkunç şeylerdir."
"Hastane alanı belirsiz bir alandır: Kuramsal olarak özgür ve doktoru hastaya bağlayan bağın sözleşmesel olmamasından dolayı deneylemenin soğukluğuna açıktır; genel olarak insanı evrensel biçimiyle sefalete bağlayan suskun - ama sıkıştıran- sözleşme gereği, yükümlülükler ve manevi sınırlamalarla döşeli bir alandır."
"Belirtilerin ötesinde, artık patolojik öz yoktur: Hastalıktaki her şey kendinden görüngüdür; bu ölçüde, belirtiler, birinci nitelikte çocuksu bir rol oynarlar: "Bir araya gelmeleri hastalık denilen şeyi oluşturur." (Broussonnet)
"Belirti, açığa çıkmış durumdaki hastalıktır."
"Göstergeler ve belirtiler aynı şeydirler ve aynı şeyi söylerler: Şöyle ki, gösterge belirtinin tam olarak ne olduğunu söyler."
"Balgam çıkarmalı bir zatürree başlangıcı vakalarında, sancının aniden kesilmesi, nabzın gittikçe zayıflaması bir akciğer "epatizasyonunun" göstergesidir. Dolayısıyla, farka eşzamanlılığa ya da ardışıklık ve sıklığa duyarlı bir bakış altında, belirti gösterge olur."
"Bilgileri en üst yetkinlik düzeyine çıkmış bir doktor için, bütün belirtiler göstergeler haline gelebilir." (Demorcy-Delettre, 1810)
"Kararını oluşturmadan, hala işleyen bir anlam ilgisini kurmadan önce, imgelemin sessizliğinde, aklın dinginliğinde beklemesini bilen yetkin gözlemci ne kadar nadirdir!" (Corvisart, 1808).
"Gözlemci.. doğayı okur, deney yapan onu sorgular." (Roucher-Deratte, 1807).
"Bu ölçü içinde, gözlem ve deney birbirlerini dışlamadan karşıttırlar."
"Gözlemle deneyi birbirine karıştırmamak gerekir; deney netice ya da sonuçtur; gözlem araç ya da nedendir; gözlem doğal olarak deneye götürür."
"Yaşam yaşamsızlığa direnen işlevler bütünüdür." (Buisson, 1902).
"Hastalık, kendine özgü ortaya çıkma biçimleri, kök salması ve ayrıcalıklı büyüme bölgeleri olan organik geniş bir bitki örtüsü şeklini alır. Kendilerine özgü çizgilere ve alanlara göre organizmada uzamlaşan patolojik görüngüler, canlı süreçler tavrı gösterirler. Bunun doğurduğu iki sonuç vardır: Hastalık, bizzat yaşama bağlıdır, ondan beslenir ve "her şeyin birbirini izlediği, zincirlendiği, birbirine bağlandığı etkileşim uğraşına" katılır." (Bichat)
Kaydol:
Yorumlar (Atom)