17 Ekim 2013 Perşembe

uygarlığın huzursuzluğu

Freud, hep o ciddi suratı ve hakkında söylenenler yüzünden kafamda kibirli bir adam olarak oturdu. Eserlerini kendi orijinalinden hiç okumamıştım. Bu yüzden adamın kendine has mütevazılığının yeni farkına vardım. Bir şeyleri anlamak ve anladığını dili döndüğünce aktarmaya çabalamış adamcağız; mütevazı da, özümsemek için zamana ihtiyaç duyduğum cümlelerini uzun paragraflar halinde okuyunca o mütevazılığı siz de görebilirsiniz bence.

"Yaşamı çekilir hale getirmek için müsekkinlerden vazgeçemeyiz... Böylesi üç tür müsekkin vardır: zavallılığımızı küçümsememizi sağlayacak muazzam oyalanmalar, bu zavallılığı azaltacak dolaylı tatminler, bizi buna karşı duyarsızlaştıracak keyif verici maddeler."

(Mutluluk için) "Bu konuda herkese uyabilecek bir öğüt yoktur; herkes hangi özel yoldan mutlu olabileceğini kendi bulmalıdır. Kişinin seçimine yol göstermek için çeşitli öğeler devreye girecektir. Önemli olan, dış dünyadan ne miktarda gerçek tatmin ummak durumunda olduğu, kendini dış dünyadan bağımsız kılmaya ne ölçüde niyetli olduğu ve son olarak da, dış dünyayı kendi arzuları doğrultusunda değiştirmek için sahip olduğuna inandığı gücün ne kadar olduğudur. Daha bu noktada, dış koşulların yanı sıra bireyin ruhsal bünyesi belirleyici olacaktır. Esas olarak erotik yapıdaki kişi diğer insanlarla duygusal ilişkileri ön plana alacak, kendi kendine yeterli olmaya yönelen narsistik kişi esas tatmini ruhsal iç süreçlerde arayacak, eylem insanı gücünü sınayabileceği dış dünyadan vazgeçmeyecektir... Her aşırı seçim, bireyi, seçmiş olduğu -diğerlerini dışlayan- yaşam tekniğinin yetersiz kaldığı yerlerde ortaya çıkacak olan tehlikelerle karşı karşıya bırakarak cezalandıracaktır. Tıpkı ihtiyatlı bir tüccarın sermeyesini tek bir alana yatırmaktan kaçınması gibi, belki yaşam bilgeliği de tatminin tümünü tek bir çabadan beklememeyi öğütler."

"..insanları mutluluğa götürebilecek pek çok yol vardır, ama insanı mutluluğa götüreceği kesin olan hiç bir yol yoktur."

Freud, sanki konuşur gibi yazmış ve şu cümlenin havası, karşımda sohbet eden bir Freud varmış gibi hissettiriyor: "Sorunun bu yönünü daha fazla incelemeyi yararsız buluyorum."

Freud, uygarlığı şöyle tanımlıyor: "yaşamımızı hayvan atalarımızınkinden ayıran, insanları doğadan korumak ve insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemek gibi iki amaca hizmet eden eylem ve düzenlemelerin toplamı."

Konunun özüne girince, kadınların uygarlıkla ilişkisine dair şu tespiti bence önemli:

"... kısa bir süre sonra, başlangıçta sevgi talepleri ile uygarlığın temelini atmış olan kadınlar, uygarlığın akışı ile bir karşıtlık oluşturarak geciktirici ve kısıtlayıcı etkilerini göstermeye başlarlar. Kadınlar ailenin ve cinsel yaşamın çıkarlarını temsil eder. Giderek artan bir şekilde erkek işi haline gelmiş olan uygarlık uğraşı, kadınların karşısına giderek zorlaşan sorunlar çıkarır ve onları pek üstesinden gelemeyecekleri içgüdü yüceltmelerine zorlar. Erkeğin ruhsal enerjisi sınırsız olmadığından, görevlerini yerine getirebilmek için libidosunu amaca uygun bir şekilde dağıtması gerekir. Uygarlık uğruna kullandığı libidoyu büyük ölçüde kadınlardan ve cinsel yaşamdan geri çeker. Sürekli olarak erkeklerle bir arada bulunma, onlarla olan ilişkilere bağımlı olma erkeği kocalık ve babalık görevlerine bile yabancılaştırır. Böylece kadın kendisini uygarlığın talepleri tarafından arka plana itilmiş olarak görür ve uygarlığa karşı düşmanca bir tavır alır."

Tanıdık bir sahne bence.

Freud, uygarlığın cinsellik ve saldırganlığı (yeni temel iki içgüdü) kısıtlamayı hedeflediğinin altını çizdikten sonra şunu yazıyor:

"Uygarlık insanların yalnızca cinselliğini değil, saldırganlık eğilimini de böylesi büyük fedakarlıklara zorladığına göre, insanların uygarlığın içinde kendilerini mutlu hissetmekte zorluk çekmeleri daha bir anlaşılırlık kazanır. Hiçbir içgüdü kısıtlaması tanımadıkları için, ilk insanlar bu anlamda gerçekten de daha iyi durumdaydılar. Bunu dengeleyen unsur, böylesi bir mutluluğu uzun süre tatma garantisinin çok düşük oluşuydu. Uygarlık insanın mutluluk olanağının bir bölümünü bir parça güvenlik ile takas etmiştir. Ancak unutmamamız gereken bir nokta, ilkel ailede yalnızca aile reisinin böyle bir içgüdü özgürlüğünün keyfini çıkardığıdır; diğer bireyler köleci bir baskı altında yaşıyordu. Uygarlığın nimetlerinden yararlanan azınlık ile bunlardan yoksun bırakılmış bir çoğunluk arasındaki karşıtlık, uygarlığın bu ilkel çağlarında aşırılığa vardırılmıştı. Bugün yaşamakta olan ilkel halkların titiz bir şekilde incelenmesi, bunların içgüdüsel yaşamlarının özgürlük açısından hiç de imrenilecek durumda olmadığını göstermiştir; bu yaşamda modern uygar insanınkinden farklı, belki de daha katı kısıtlamalar söz konusudur."

"Yıkım içgüdüsü fikri psikanalitik literatürde ilk kez boy gösterdiği zaman buna nasıl karşı çıktığımı ve bu fikre açık bir hale gelmemin be kadar uzun sürdüğünü anımsıyorum. Başkalarının aynı şekilde buna karşı çıkmış ve çıkıyor olması daha az şaşırtıcı geliyor bana. Çünkü insanın "kötülüğe", saldırganlığa, yıkıma ve dolayısıyla vahşete yönelik doğuştan gelen bir eğilim taşıdığından bahsetmek "küçük çocukların hoşuna gitmez"." Bu nasıl bir şey ya; hayran kaldım ben bu son noktaya!

"Uygarlık, kendisine karşı duran saldırganlığa ket vurmak, onu zararsız kılmak, belki de ortadan kaldırmak için hangi araçları kıllanır?.. Bireyin saldırganlık arzusunu zararsız kılacak şey nedir?.. Saldırganlık içe atılır, içselleştirilir, ama aslında gelmiş olduğu yere geri gönderilmekte, yani bireyin kendi benine yöneltilmektedir. Üstben olarak benin geri kalan bölümlerinin karşısında duran ve "vicdan" biçimini alarak, benin aslında başkalarında, yabancı bireylerde tatmin etmekten hoşlanacağı aynı katı saldırganlık eğilimini bene karşı gösteren bir ben bölümü tarafından devralınır. Katı üstben ile hakimiyeti altındaki ben arasındaki gerilime suçluluk duygusu deriz; bu, kendini cezalandırma gereksinimi şeklinde dışa vurur. Yani uygarlık, bireyin tehlikeli saldırganlık arzusunun üstesinden, bireyi zayıf düşürerek, silahsızlandırarak ve bireyin, tıpkı ele geçirilmiş bir şehirdeki işgal kuvvetleri gibi, bir iç merci tarafından gözetlenmesini sağlayarak gelir."

"Artık keşfedilmekten duyulan kaygı söz konusu olmaktan çıkar, kötülük yapmak ile kötülük yapmayı arzulamak arasındaki fark tümüyle ortadan kalkar; çünkü üstbenden hiçbir şey saklanamaz, düşünceler bile."

"Böylelikle suçluluk duygusunun iki kaynağını görüyoruz: otorite karşısında duyulan korku ve daha sonra ortaya çıkan, üstbene karşı duyulan korku. Bu korkuların ilki içgüdülerin tatmininden vazgeçmeyi, diğeri ise, yasak arzuların varlığı üstbenden gizlenemeyeceği için, ayrıca cezalandırmayı dayatır. Bunun yanı sıra, üstbenin katılığının, yani vicdanın talebinin nasıl anlaşılabileceğini de gördük. Vicdanın yaptığı, görevine son verdiği ve kısmen de yerini aldığı dış otoritenin katılığını sürdürmektir sadece. Şimdi içgüdülerin yadsınmasının suçluluk duygusu ile nasıl bir ilişki içinde olduğunu da görüyoruz. İçgüdülerin yadsınması başlangıçta dış otoriteden duyulan korkunun sonucudur; otoritenin sevgisini yitirmemek için tatminlerden vazgeçilir. Bu yerine getirildiğinde dış otorite ile, tabir caiz ise ödeşilmiştir ve geriye bir suçluluk duygusu kalması söz konusu değildir. Üstbenden duyulan korkuda ise durum farklıdır. Burada içgüdünün yadsınması yeterince yardım sağlayamaz; çünkü arzu varlığını sürdürür ve üstbenden saklanamaz. Yani içgüdünün yadsınmasına karşın bir suçluluk duygusu ortaya çıkar ve bu da üstbenin devreye sokulması, bir diğer deyişle vicdanın oluşturulması açısından önemli bir ekonomik dezavantajdır. İçgüdü yadsınmasının artık tam olarak özgürleştirici bir etkisi yoktur, erdemli feragat artık sevgi garantisi ile ödüllendirilmez. Dış mutsuzluk -dış otoriteden kaynaklanan sevgi yitimi ve ceza- tehdidinin yerini sürekli bir iç mutsuzluk, suçluluk duygusunun yarattığı gerilim almıştır."

Hadi bu paragrafı anla da özetle dedim kendime; ben yapamadım henüz; düzenli olarak okuyup özetleme alıştırması yapmak istiyorum!

"Bu ilişkiler öylesine karışık ve aynı zamanda öylesine önemlidir ki, tekrar düşecek olsam da bunları bir başka açıdan daha ele almak istiyorum. Önümüzde şöyle bir kronolojik sıra vardır: Önce dış otoritenin saldırganlığından duyulan korku sonucu içgüdünün yadsınması -sevgi yitiminden duyulan korku aslında bu kapıya çıkar; sevgi, cezanın saldırganlığından korur-, ardından iç otoritenin kurulması, bundan duyulan korku nedeniyle içgüdünün yadsınması, vicdan korkusu. Bu ikinci durumda kötü eylemle kötü niyet eşdeğer sayılır ve ortaya suçluluk duygusuyla cezalandırılma gereksinimi çıkar. Vicdanın saldırganlığı, otoritenin saldırganlığını içinde barındırır. Durum bu noktaya kadar aydınlığa kavuşmuştur; ama talihsizliğin (dışarıdan dayatılan engellenmenin) vicdanı güçlendiren etkisi, vicdanın en iyi ve en itaatkar insanlardaki sertliği nereye yerleştirilebilir? Vicdanın bu iki özelliğini açıklamış, ancak muhtemelen, bu açıklamaların temele kadar inmediği, geriye açıklanmamış bir şey kaldığı izlenimine kapılmıştık. Bu noktada nihayet tümüyle psikanalize özgü ve insanların normal düşüncelerine yabancı bir fikir işin içine girer. Bu, konumuzun nasıl olup da bize karmaşık ve karanlık görünmek durumunda olduğunu anlamamızı sağlayan bir fikirdir: Başlangıçta vicdan (daha doğrusu sonradan vicdana dönüşecek olan korku) içgüdünün yadsınmasının nedenidir, ama sonra durum tersine döner. Şimdi her yadsıma vicdanın dinamik bir kaynağı haline gelir, her yeni yadsıma vicdanın sertliğini ve hoşgörüsüzlüğünü artırır. Vicdanın oluşumunun tarihi hakkında bildiklerimizle biraz daha uyumlu hale getirebilsek, şu çelişik ifadeyi kabullenebilirdik: Vicdan, içgüdü yadsınmasının sonucudur; ya da (bize dışarıdan dayatılan) içgüdü yadsınması, daha sonra bizden başka içgüdü yadsınmaları talep eden vicdanı yaratır."

"Kendisinin ilk ama aynı zamanda da en önemli tatminlerini engelleyen otoriteye karşı çocukta, talep edilen içgüdü yadsımalarının türü ne olursa olsun, büyük çapta bir saldırganlık eğiliminin gelişmiş olması gerekir. Çocuk, bu öç düşkünü saldırganlığın tatmininden vazgeçmek zorunda kalır. Bu güç ekonomik durumun içinden, bildik mekanizmalar aracılığıyla çıkar: El kaldırılamayan otorite, özdeşleşme yoluyla içe alınarak üstben olur ve insanın çocukken ona karşı yöneltmekten mutluluk duyacağı tüm saldırganlığın sahibi durumuna gelir. Çocuğun beni, böylece alçaltılan bir otorite -babanın otoritesi- biçimini alan mutsuz bir rolle yetinmek zorundadır. Durum, sıkça olduğu gibi, tersine dönmüştür. "Ben baba, sen de çocuk olsaydın sana kötü davranırdım." Üstben ile ben arasındaki ilişki, henüz bölünmemiş ben ile bir dış nesne arasındaki gerçek ilişkilerin, arzu tarafından çarpıtılmış geri dönüşüdür. Bu da alışıldık bir olgudur. Ancak aradaki asıl fark, üstbenin kökensel sertliğinin, tamamen (ya da bir bölümüyle) insanın ondan [babadan] gördüğü ya da beklediği sertlik olmayıp, kişinin kendisinin ona karşı duyduğu saldırganlığı temsil etmesidir. Eğer bu doğru ise, vicdanın başlangıçta saldırgan bir içgüdünün bastırılması ile oluştuğu ve daha sonra da buna benzer yeni bastırmalarla güçlendiği gerçekten de iddia edilebilir."

Ya adam çok akıllı, yazmış, ben kaç kere okuyup öyle kendime mal edebileceğim inşallah!

"Ancak deneyim göstermiştir ki, çocuğun geliştirdiği üstbenin sertliği, kendisinin görmüş olduğu muamelenin sertliğini kesinlikle yansıtmaz, bundan bağımsız gibidir; son derece yumuşak bir şekilde yetiştirilen çocuk son derece sert bir vicdan edinebilir. Ama bu bağımsızlığı abartmak da hatalıdır... Bunun anlamı, üstbenin oluşumu ve vicdanın ortaya çıkışında doğuştan gelen bünyesel etmenlerin ve çevre etkilerinin birlikte etkide bulunduklarıdır."

"İnsanlığın suçluluk duygusunun Oidipus karmaşasından kaynaklandığı ve babanın kardeşler ittifakınca öldürülmesi sonucu edinildiği varsayımını terk edemeyiz. Bu olayda saldırganlık edimi bastırılmamış, gerçekleştirilmiştir; ancak, bastırılmasının çocukta suçluluk duygusu yaratacağını varsaydığımız şey de, işte bu saldırganlık ediminin ta kendisidir. Bu noktada okurun sinirlenerek şöyle bağırmasına şaşırmam: "O halde babamızı öldürsek de öldürmesek de bir, her iki durumda da suçluluk duyuyoruz! Bundan biraz kuşkulanmak yersiz olmasa gerek. Ya suçluluk duygusunun bastırılmış saldırganlıklardan geldiği doğru değil, ya da bütün bu baba öldürme hikayesi bir kurmacadan ibaret, yani ilk insanlar babalarını günümüz insanlarından daha sık öldürmüyorlardı. Ancak bu bir kurmaca değil de inanılabilir bir tarihsel bilgi ise, elimizdeki herkesin beklediği türden bir şeydir; yani insan haklı görülemeyecek bir şeyi gerçekten yaptığı için kendini suçlu hisseder. Ve psikanaliz, bu gündelik olayın açıklamasını bize yapabilmiş değildir."

Nasıl da sorumlu hissediyor yazdıklarından ve bunu yansıtıyor:

"Artık yolculuğunun sonuna varmış olan yazar, becerikli bir rehber olamadığı, kendilerini sıkıcı yollardan ve zorlu dolambaçlardan kurtaramadığı için okurlarından özür dilemek zorundadır. Şüphesiz bu iş daha iyi yapılabilirdi. Bazı şeyleri, sonradan da olsa, telafi etmeye çalışacağım."

".. suçluluk duygusunu uygarlığın gelişiminin en önemli sorunu olarak ortaya koymak ve uygarlığın ilerlemesinin bedelinin suçluluk duygusunun artması nedeniyle mutluluğun azalması olduğunu göstermek eserin amacına tamamen uygun düşer."

"Belki de burada, suçluluk duygusunun temelde kaygının topografik bir çeşitlemesinden başka bir şey olmadığı, ilerki evrelerde tümüyle üstbenden duyulan korku ile çakıştığını söyleyebiliriz. Kaygının bilinçle ilişkisinde de aynı alışılagelmedik çeşitlemelerle karşılaşırız. Bütün belirtilerin ardında bir şekilde kaygı yatmaktadır; ama kimi zaman öylesine mükemmel bir şekilde gizlenir ki, bilinçdışı bir kaygıdan ya da -eğer daha temiz bir psikolojik vicdanımız olsun istiyorsak, kaygı öncelikle sadece bir duygu olduğundan- kaygı olanaklarından bahsetmek zorunda kalırız. İşte bu yüzden uygarlık tarafından oluşturulan suçluluk bilincinin de gerçek kimliğiyle tanınmayıp büyük ölçüde bilinçdışı kaldığı ya da temelinde başka güdülenmelerin arandığı bir huzursuzluk, bir tatminsizlik olarak ortaya çıktığı pekala düşünülebilir."

"Üstben bizim tarafımızdan oluşturulmuş bir merci, vicdan ise, diğer işlevlerinin yanı sıra bu merciye yüklediğimiz bir işlevdir. Bu işlev benin eylemlerini ve niyetlerini gözler, onları yargılar ve sansürler. Suçluluk duygusu, üstbenin katılığı, vicdanın sertliğiyle aynı şeydir. Benin, bu şekilde gözlendiğine ilişkin algısıdır, kendi çabalarıyla üstbenin talepleri arasındaki gerilimin farkına varmasıdır. Bu eleştiren merciden duyulan (ve tüm ilişkinin temelinde yatan) korku, cezalandırılma gereksinimi, sadist bir üstbenin baskısı altında mazoşist olan benin içgüdüsel bir dışavurumudur; bende var olan, iç yıkıma yönelik içgüdünün bir parçası üstben ile erotik bir bağlanma kurmak için kullanılır. Bir üstben ortaya konana dek vicdandan bahsedilmemesi gerekir; suçluluk duygusunun ise üstbenden, dolayısıyla vicdandan da önce var olduğunu kabul etmek gerekir."

"Kötü bir eylemden duyulan pişmanlıktan kaynaklanan suçluluk duygusunun her zaman bilinçli olmak durumunda olduğunu, kötü itkinin algılanışından kaynaklanan suçluluk duygusunun ise bilinçdışı kalabileceğini düşünebiliriz."

"İnsan uygarlığına bir değer biçmek çok çeşitli nedenlerden ötürü yabancısı olduğum bir tavır. Uygarlığımızın sahip olduğumuz ya da edinebileceğimiz en değerli şey olduğu ve izlediği yolun zorunlu olarak bizi düşünülemeyecek bir mükemmelliğin doruklarına götüreceği şeklindeki coşkulu önyargıdan uzak kalmaya çalıştım. Kültürel çabanın amaçlarını ve kullandığı araçları gözden geçirdiğinde, elde edilen şeylerin bütün bu zorluğa değmediğini ve ortada bireyin çekilmez bulması gereken bir durum olduğunu söyleyen eleştirmene öfkeye kapılmadan kulak verebilirim en azından. Tarafsızlığımı kolaylaştıran, bütün bunlar hakkında çok az şey biliyor olmamdır; kesin olarak bildiğim tek şey, insanların değer yargılarının kesinlikle mutluluk arzuları tarafından yöneltildiği, yani yanılsamalarını savlarla destekleme çabası olduğudur. İnsan uygarlığının zorunlu niteliğini vurgulayarak, doğal seçme sürecinin aleyhine olarak cinsel yaşamı kısıtlayan ya da insancıl bir ideal kuran eğilimlerin geri döndürülemeyecek ve yönü değiştirilemeyecek gelişme süreçleri olduğunu savunan ve bunlara sanki doğal zorunluluklarmış gibi boyun eğilmesini tavsiye eden birini gayet iyi anlayabilirim."

"Bana öyle geliyor ki, insan türünün kaderini belirleyecek olan soru, uygarlığın gelişiminin, birlikte yaşamın insanların saldırganlık ve özyıkım dürtüleri tarafından bozulmasına hakim olmayı başarıp başaramayacağı ve bu hakimiyetin ne ölçüde gerçekleşeceğidir. Bu anlamda içinde bulunduğumuz dönem özel bir önem taşıyor belki de. İnsanlar doğa güçleri üzerindeki hakimiyetlerini o denli artırmış durumdalar ki, bunların yardımıyla birbirlerini son insana varana dek ortadan kaldırmaları işten değildir. Bunu kendileri de bildiklerinden, günümüzdeki huzursuzluklarının, mutsuzluklarının ve kaygılı hallerinin esaslı bir bölümü buradan kaynaklanıyor."












11 Ekim 2013 Cuma

Eşitsiz Bir Toplumda Çocukluk

Kolay olmayacağını biliyordum ama, inad ettim, yılmadım, bitirdim kitabımı.

"Çocukluk modern bir kurgudur." Yani, çocukluk her zaman var olan bir kategori değilmiş; minik yetişkin olarak algılanıyormuş çocuklar.

Araştırmacılar, yöntemleriyle birlikte yaptıkları çalışmayı ayrıntılı olarak aktarmışlar. Çalışmalarına kaynaklık eden geçmiş verileri de sunuyorlar. Mesela şu: "yoksul ailelerin ebeveynlerinin neredeyse yarısının çocuklarının gıda tüketimlerini kısmak zorunda kaldıklarını bildirmesi"

"Eşit" kavramı ne kadar anlamsız yukarıdaki veri karşısında. Kitabın cümlesi: "Türkiye'deki ebeveynlerin ekonomik durumları ya da eğitim düzeyleri çocukların yaşamlarını etkilemekte ve fırsatlar arasındaki  eşitsizlik nesilden nesile geçmektedir."

Kitapta görüşülen gençlerin bazı söyledikleri:

"Ekonomik durumumuz kötü. Ağabeyim liseye gidiyor. Ağabeyim liseye gitmeseydi ben gidecektim. 1 sene sınıfta kaldı. O yüzden devam etti. Annemler ikinizi birden gönderemeyiz diyorlar." (K, 15)

"Stilistlik okumak isterdim. Zaten çizim yaparak farklı elbiseler çiziyordum. Hayalimdeki meslek de oydu. Ama meslek lisesine gitmek istemedim. Zaten söylediğim bölüm İstanbul'da ama bana uzak. O yüzden gitmek istemedim. Hem ailemi, hem kendimi düşündüm. Yol masrafı, yemek masrafı gibi bir sürü masrafı oluyor." (K, 17).

Genç olmak çok zor; çocuk olmak çok zor :(

"Biriktirmek zor baya. Evin ihtiyaçları, annemin ihtiyaçları... Kimseden para çıkmayınca da bizden çıkıyor. 25 lira birikmiş param vardı. Annemin ilaçları bitmişti. Ben aldım." (K, 17)

Kitabın cümlesi: "Ailenin yaşadığı ekonomik sıkıntıların çocukları, çalışma hayatını erken yaşta düşünmeye ittiği ve bu konuda sorumluluk ve suçluluk hissettiklerini bize göstermiştir."

Ama bu yük bir çocuk için çok fazla :(

Bir de bizde bir veri sıkıntısı var; "Türkiye'de genel olarak intihar istatistikleri toplanmakla birlikte, çocuk ve gençlere ilişkin intihar riski verileri bulunmamaktadır - imza OECD 2009.", "Okullarda sigara ve madde kullanımı konusunda Türkiye'de ulaşılabilir bir veri bulunmamaktadır."

Gençlerimizi evde nasıl çalıştırdığımızın resmi:

"... kardeş bakımı, evi toplamak, yemek yapmak ders yapacak hal kalmıyor." (K, 15)

Ha bu arada ayrımcılığı unutmayalım:

"Benim abim olduğu için oluyor, o dağıtıyor, ben de 'biraz da o toplasın' diyorum. O dışarıda geziyor kızlarla. Annem de 'sen kızsın' diyor." Kızları kız oldukları için bunu hak ettiklerine inandırıyoruz; bunu da evin hanımı yapıyor; bu ne yaman çelişki güzel Allahım!

"Ağabeyim isteyince para verir. Ben isteyince annem vermiyor bana." (K, 15).

Ya çalışan çocuklar:

"Çünkü çok bunaltıcı bir yer. Her tarafın toz içinde oluyor. Pis, pasaklı oluyorsun. Her akşam duş yapmak zorundasın. O tozlar burnundan girip boğazında birikmiş oluyor. Doktora gitsen bu ne derler. Ağzına bir bez bağlayamıyorsun düşün yani. Ben orada hasta oldum."

"Ben 12 saat ayaktayım. 2 dakika bile oturamıyorum." (K, 17)

"Yani zor yerleri çok zaten. Şimdi sabah gidiyorsun, akşam geliyorsun, hemen geçiyor vakit anlamıyorsun. Ya bir gün tatil yapıyorsun ya iki gün. Onu da dinlenmekle geçiriyorsun zaten, bir şey anlamıyorsun." (E, 13)

Bu eziyeti 13 yaşında yüklenmek; ben hayal dahi edemiyorum; o gerçekliğini yaşıyor.

Dayağa şerbetli halimiz verilere de soru işareti şeklinde yansımış: "Okulda çocuklara yönelik şiddet ve zorbalık konusunda Türkiye en kötü durumdaki ülke (OECD, 2009). Bu oran Türkiye'de %25, OECD ortalaması %11. Aynı raporda okulu seven çocukların oranının en yüksek olduğu ülke de Türkiye. Yani öğrencilerin en fazla zorbalığa ve şiddete uğradığı ülke, aynı zamanda çocukların okulu en çok sevdiği ülke olarak görünmektedir."

Bu görüşmeler de dikkat çekici bence; benim öğrendiğime göre, birine yansız soru sormak istiyorsak, onu belli bir yanıta zorlayan soru sormamamız lazım; bu kötü soru tipi güdümlü soru; bakalım aşağıda kaç tane birden bulacaksınız:

G: Neden okulu bıraktın?
Ç: Zorunlu olarak. Atıldım ben. C. diye bir arkadaşım vardı, onunla tanıştım. Birbirimizi bulduk.
G: Sadece arkadaştan dolayı mı bıraktın? Başka hiç bir faktör yok muydu? Ailen seni destekliyor muydu mesela? Okulda problem yok muydu?
Ç: Hayır arkadaştan.
G: Arkadaş çevresi çok önemli değil mi?
Ç: Evet. Arkadaş çevresinden çok en yakın arkadaş önemli. Bizim yaşımızdakiler için babadan daha önemli. Daha fazla vakit geçiriyoruz." (E, 17)