Çok hoş bir soru. Soru, yanıtı bende olmayan bir soru. Ben de hep sordum; neden roman var diye. Tuğla gibi kitabı okumak neden; şayet samimi bir keyifse alınan, sorunun yanıtı da çok öznel olmalı. E o zaman, bu kitap, bu soruya nasıl bir öznel ve belki de nesnel yanıt veriyor? Tabi bana düşen bu yanıtı merak etmek.
Yazar, kendini kitabın içeriğine kaptıranlardan bahsediyor: "Kendilerini çok tutkulu bir biçimde kurmacayla özdeşleştiren insanlardan nefret eden çok okumuşlar..." Demek ki böyle bir ayrım var.
"Hiç tanışmadığımız ve hiçbir zaman tanışmayacağımız insanlara neden bu kadar çok önem veriyoruz?"
Bu soruya yanıt olarak: " Onları, temel ahlaki meseleleri çözmek ya da yeni duygusal durumları uygulamak için kullanırız."
Yazar, Kobe Bryant'ın yaşantısı hakkında bir şeylerden bahsedip şöyle devam ediyor: "Kobe Bryant'ın hataları soluk bir hatıra olacaktır; ancak başka biri-yeni bir isim ve taze bir skandal- onun yerini alacaktır."
Kurmaca karakterlerin işlevi: "Cinsellik, kur, statü, kaynak tahsisi, kabilecilik, güven. Kurmaca karakterler önem verdiğimiz şeyin önemini yansıtırlar."
Şimdi de asıl problemimize parmak basıyor:" İnsanlar, birbirleri hakkında neden bu kadar çok takıntılıdırlar?"
"İnsani değerler, insan çıkarlarını yakından takip ederler, bu çıkarlardan çılgınca farklılaşır göründükleri zaman bile ya da özellikle o zamanlarda."
"Çok temel bir kural şudur: Bir insan, kendisinden başlayarak, kendisine en yakın şeylere önem verir. Değerleri, kendisinden yayılarak, bir havuzdaki dalgacıklar gibi küçülür. David Hume isimli, yaramaz sayılabilecek, nüktedan bir filozof, bu temel kuralı karikatürize ederek ve onu "akıl" adını verdiği, sert ve titiz bir üstada atfederek, onunla alay etmiştir ( "Bütün bir dünyanın yıkımını, parmağımın çizilmesine tercih etmek, akla aykırı değildir"), ancak insani duyguların, insanlık formülünü takip etmeye, insan aklından bile daha eğilimli olduğunu biliyorsunuz (Hume, 1986)."
"İnsanlar, nedenini bilmedikleri pek çok şey yaparlar ve kendi değerleri ile ilgili kendilerine anlattıkları hikayeler genellikle sanrılarla doludur."
Sonuç olarak, biz, kendimizi iyi hissedeceğimiz bir hikayeye sahibizdir. Ancak "biz" olarak algıladığımız kişilerden olmayanların hoş olmayabilecek yaşantılarına en basit tabirle "ilgi duyarız."
"Bilgi teknolojisi, ruhumuzdaki dedikodu şekilli deliği beslemek için üzerine düşeni yapmıştır, ancak delik, beslendikçe daha da büyüyen ve aç hale gelen, yırtıcı bir canavardır. Artık o kadar büyümüştür ki, Jane Austen'in Emma'sından bir cümleyi hatırlayacak olursak, "Highbury'nin bütün dedikodusu" onu dolduramayacaktır. Ancak, bütün bu akılsız dedikodu, daha yüksek ve önemli bir işlevi yerine getiriyor olabilir."
"Bilgi ve ustalık o kadar uzmanlaşmıştır ki, en ateşli ve meraklı bilge kişi bile bilgili dünyanın geri kalanıyla en kısa süreli temastan daha fazlasına sahip olamaz. Yalnızca kendi iğnelerimizin boyutunu ve şeklini bilen iğne yapımcılarıyız."
"Bu bağlamda, dedikodu-hiç tanışmadığımız kişiler hakkında olan bile- tarihin çılgın akışına bir tür anlam vermemize izin verir. Bir evrimsel antropolog olan Robin Dunbar, ünlü bir sözünde, insan dedikodusunun, diğer primatlardaki bakıma benzediğini ileri sürmüştür: Toplumsal bağlarla ilgilenmenin keyifli bir yöntemidir."
"(Dedikodu) Başkalarıyla koalisyonlar oluşturmamızı sağlar. İnsanların başkalarıyla oluşturduğu koalisyonları izlememize yardım eder."
"Biz insanlar, enerjimizin büyük bir bölümünü, muhtemelen çoğunu, kendimizi ve başka insanları açıklamak için harcıyoruz."
İşte bu tutum ve özelliğimiz, kurmaca karakterlere yansıyor yazara göre:
"Edebi anlatılar, tarihleri boyunca, tam da öğrenmek için can attığımız türden bilgiyi vermek ve alıkoymakta uzmanlaşmışlardır. Hız, rezillik ve görsel ilgi konularında, popüler basının heyecan verici yapısıyla rekabet etmeleri çok zor olsa da, edebi anlatılar, bunları telafi eden başka yönlere sahiptir: Derinlik ve şüphe, karmaşıklık ve gölge, öğrencilerimin ısrarla bizi düşündürme yeteneği olarak tanımladıkları şey."
Burada yaptığımız bir hataya da (ya da anlaşılması güç tutum) dikkat çekiyor:
"Herhangi birine önem vermek enerji harcatır ve kurmaca insanlara önem verdiğimizde, maliyetler hiç telafi edilemeyecek gibi görünür. Karşılığında bize asla önem vermeyecek insanlara neden dikkatimizi harcayalım ki?"
"Yabancılara-yalnızca yabancılara da değil, kurgusal yabancılara- önem vermek, en iyi tarafından bakarsak zaman kaybı, en kötü tarafından bir tür çılgınlık gibi görünmektedir."
"Pek çok gerçek insan (ve hayvan) bizim son derece fazla dikkatimizi hak ederken, kurmaca karakterlere şefkat göstermeleri, insanlar için ne anlama gelmektedir? Önem vermek, endişe duymak ve zihinsel çaba harcamak anlamına gelmektedir. Merhamet, hatta tutku duymak anlamına gelmektedir. Bunlar, elde edilmesi kolay ruh halleri değildir. O halde, bizi, hiç tanışmadığımız ve hiç tanışmayacağımız, kurmaca olduklarını bildiğimiz insanlar için zihinsel çaba harcamaya kışkırtan nedir?"
Yazar, bunu yapma sebebimiz olarak, kurmaca karakterlerin yaşadıklarını bedelsiz olarak öğrenme isteğimiz olduğunu düşünüyor:
"(Kurgu) Başlangıçta iki sert tarife uygular- ya da, isterseniz, iki bilişsel giriş ücreti de diyebilirsiniz. İlk olarak, bizden inançsızlığımızı askıya almamızı ister. İkincisi, değerli bir armağan olarak, dikkatimizi ona vermemizi ister. Bu tarifeler karşısında, kurgu, bize, büyük dozlarda, gerçekten cazip toplumsal bilgiler, kendi başımıza dünyadan toplamanın bizim için fazla pahalı, tehlikeli ve zor olacağı bilgiler vererek borcunu öder. Kurgunun hem yazarlarının hem de okurlarının zekice bazen de şaşırtıcı yöntemlerle koşullarına direnmelerine rağmen, bu temel pazarlık, iki yüz elli yıldan fazla bir süredir dikkat çekici bir biçimde sarsılmadan sürmüştür, temel pazarlıktır. Kurgu iki talepte bulunur- aldatılma konusundaki endişenizi bir an için askıya alın ve dikkatinizi bana verin- ve okuyucu bunları bir kez kabul ettiğinde, hayal edilebilecek en yoğun bilişsel uyarımla ödüllendirilir. Ne tür bir bilişsel uyarım? Toplumsal bilgi. İnsanların niyetleri ile ilgili derin gerçek- muhtemelen, kişinin kendi niyetleri de dahil olarak."
Yazarın dikkat çektiği ve bana da anlamlı gelen; kurmaca karakterlere ve karakterlerin yaşadıklarına akademik ya da gerçek duyguların rehberliğinde bakıyor olma ayrımı.
"Çatık kaşlar, endişeli bir ifade: Sorumlu öğretmenler, öğrencilerini, edebi karakterler için tutkularından vazgeçirirler ya da en azından şüphecilik, diyalektik ve uygun bir estetik mesafeyle tutkularını etkileyerek, onlar hakkında nasıl sorumlu bir şekilde düşüneceklerini öğretirler. Ancak, bunun hakkında ne kadar çok düşünürsem, mesleğimizin, böylece, insanın en güçlü yaratıcı yeteneklerinden birine erişimden bizi mahrum bıraktığına o kadar ikna oluyorum: Fantezinin gücü ve cazibesi."
"İnsanlar, gerçek olduğuna inandıkları hikayelerden ilham alma eğilimindedirler."
Bu noktada bizim okuyucu olarak da işbirliği içinde olduğumuzu belirtiyor:
"Bir sayfadaki sözcükler, kendi inandırıcılığımızın bir dayanağıdır (Walton, 1993). Yolculukta, bizi yanlarına alırlar. Ancak, yolculuğa çıkmak edilgen bir iş değildir. Gemiye binmek için, hayal gücümüzü kullanmak zorundayız."
Başkalarının yaşantıları hakkında düşünmenin biyolojik altyapısından da bahsediyor:
"İnsan aklı, diğer insanlar, onların sorunları ve kendilerini soktukları durumlar hakkında düşünmeye çok uygundur."
"İnsanlar toplumsal bilgiyi diğer bilgi türlerine tercih ederler ve bu da, örneğin basında neden bütçe açıkları ve ticaret dengesizliklerinin ayrıntılı analizlerinden çok daha fazla sayıda insanla ilgili hikaye olduğunu açıklayan bir gerçektir."
"Son yirmibeş yılın en iyi bilinen psikolojik deneylerinden biri, insanların, diğer insanların vicdanları hakkında akıl yürütmeye benzersiz bir şekilde uyarlanmış zihinleri olduğunu gösterir."
"Diğer insanlara anlam vermeye çalışmaya teşvik edilmemizin nedeni: Makyavelci zeka. Makyavelci zeka hipotezi, diğer insanlar hakkında nasıl düşündüğümüzü anlamamıza yardım eder. Karmaşıklık ve beklenti, stratejik düşünme öğesi gibi, çok önemlidir. Diğer insanları inceleriz, çünkü onlarla işbirliği yapmak ve onlara karşı yarışmak zorundayız."
Yeni bir kavram: Bağımsız faillik yanılsaması. Hani E. Şafak, kurmaca karakterlerinin, kendisinden bağımsız hareket ettiğini söylüyor ya, bu yazara göre bu, kişinin zihin okuma yeteneğinin üst düzeyde olmasından başka bir şey değil. "Bağımsız faillik yanılsamasına benzer ya da yakın bir türde yanılsama... yargılama hukuku, pazarlama ve siyasette olduğu gibi, diğer insanların davranışlarını tahmin etmeyi içeren mesleklerle ilişkilidir. Kendi kurmaca karakterinin bir tanımıyla başlayan kurgu yazarları gibi, meslekleri, başkalarının düşünce ve eylemleri hakkında düşünmelerine yol açan insanlar, bakış açısı almanın otomatik hale geldiğini görebilirler (Taylor, Hodges ve Kohani, 2002)."
"Zihin okuma, insan sosyalliğinin en önemli bilişsel mekanizmasıdır ve edebiyat, takıntılı bir biçimde bu mekanizmayı yansıtır."
Peki tam tersi, hiç birbirimizle ilgilenmesek:
"Tamamen ahlaki hoşgörü, yalnızca insanlar birbirlerine karşı tamamen ilgisiz hale geldikleri zaman mümkündür, yani toplum sonuna geldiği zaman (Stephen, 1873)."
Şuna ne dersiniz: "İnsan doğası doğal bir tür değildir; geniş bir dizi kısıtlamanın baskısı altında çalışan modellerin ve programların bir çeşitliliğidir."
Çok dikkat çekici bir şey de buldum; onu da buraya not düşelim:
"Dedikodu, bilgi pazarını oldukça akışkan tutar. Çoğu akademisyenin dedikoduyla yakın ilişkisi vardır, ancak bu çelişiktir. Çok az akademisyen ortaya çıkıp dedikoduyu sevdiğini ya da yaptığını kabul edecektir. Ancak, dedikodu, akademisyenlerin sahip olduğu daha iyi pazar mekanizmalarından biridir. Akademisyenler dedikodu yapar, çünkü hiçbir şey yapmazlar. Akademide en önemli ürünler arasında itibar, konum, karizma, pazarlanabilirlik ve tarz vardır. Ancak, bu ürünlerde hiçbir belirgin piyasa etkinliği yoktur."
Dedikodu yapmakta "çok iyi" birinin nasıl betimlenebileceği:
"Görünüşe göre, gerektiği anda insanlara karşı kullanmak için bilgi parçaları toplamaktan başka yapacak daha iyi bir işi olmayan, orta yaşlı bir kız kurusudur ve müzmin bir düşmandır: Grace Stepney'in zihni, vızıltılı dedikodu öğelerinin ölümcül bir cazibeyle çekildiği ve amansız bir belleğin kapanında asılı kaldığı, bir tür ahlaki sinek kağıdı gibiydi." (Warton'un [1905] yapıtındaki Grace hakkında)
"Bir düşünce ve yargı ağında yaşarız; sürekli değerlendiririz ve karşılığında değerlendiriliriz. Bu karmaşa içinde, dedikodu oldukça belirsiz bir amaca hizmet eder. Bir yanda, pratik zekanın cephaneliğinde önemli bir araç, dünyayı anlama ve onu yönetilebilir bir boyuta indirgemenin bir yoludur."
niş: Bir organizmanın yaşam sahası ve görevi.
anafor: karmakarışık bir durum.
vantrilok: karnından konuşan.
epifani: aniden bir şeyin özünü anlama veya anlamını bulma duygusu.
riyazet: nefsin isteklerini kırma.
tamahkar: açgözlü.
alegori: Bir sanat eserindeki ögelerin gerçek hayattan bir şeyleri temsil etmesi durumu.